Saturday, May 30, 2009

Yaşam (vida)/ Jose Hierro

Her şeyden sonra, her şey hiçbir şeye dönüştü
bir zamanlar her şeydi gerçi
hiçbir şeyden sonra, ya da her şeyden sonra
biliyordum her şey değildi hiçbir şeyden başkası

haykırdım "her şey" diye, karşılık verdi yankı: "hiçbir şey"
haykırdım "hiçbir şey" diye, karşılık verdi yankı: "her şey"
artık biliyordum, hiçbir şey her şeydi
ve külleriydi her şey hiçbir şeyin

hiçbir şey olmayanadan kalmaz hiçbir şey
(her şey sandığım yanılsamaydı ve hiçbir şeydi kesinlikle)

hiç, bırak hiç kalsın ne zararı var
yine de hiç kalacaksa, her şeyden sonra bile
hiçbir şeye yaramayan onca her şeyden sonra

...
Jose Hierro
(2002 tarihli günlüğümden..)

küçük prens'ten, bölüm 26

26. Bölüm

Kuyunun yanında eski, taş bir duvar yıkıntısı vardı. Ertesi akşam oraya geri döndüğümde, uzaktan, küçük prensimin bu duvarın üzerinde oturduğunu gördüm. Ayaklarını aşağı sarkıtmıştı. Şöyle diyordu: “Unuttun mu? Burası değildi.”
Biriyle konuştuğu belliydi.
“Evet, evet. Tam bu gün. Ama burası doğru yer değil.”
Ona doğru yürümeyi sürdürdüm, ama halen konuştuğu kişiyi ne görebiliyor, ne de duyabiliyordum. Küçük prens bir kez daha cevap verdi: “Evet, tabii. Ayak izlerimin nerede başladığını görürsün. Beni orada bekle. Bu gece orada olacağım.”
Şimdi duvardan sadece yirmi metre uzaktaydım, ama hala hiçbir şey göremiyordum. Küçük prens yine konuştu: “Zehirin iyi bir zehir midir? Bana çok uzun süre acı çektirmeyeceğinden emin misin?”
Durdum. Yüreğim sızlıyordu. Ama hala ne olduğunu anlamamıştım.
“Şimdi git” dedi, “aşağı ineceğim.”
Bunun üzerine bakışlarımı aşağı, duvarın dibine çevirdim ve orada gördüğüm şey havaya sıçramama neden oldu. İnsanı birkaç saniye içinde öldürebilecek sarı bir yılan, başını küçük prense doğru kaldırmış, öylece duruyordu orada. Silahımı almak için elimi cebime götürdüm ve koşmaya başladım. Ama çıkardığım sesi duymuş olacak ki, başını indirip kumların üzerinde kaymaya başladı yılan. Ve pek de acele etmeden, taşların arasında gözden kayboldu.
Küçük prensimi tutmak için tan zamanında yetiştim. Onu kollarıma aldığımda yüzünün bembeyaz olduğunu gördüm.


“Bu ne demek oluyor?” diye sordum. “Neden yılanlarla konuşuyorsun?” Boynundaki altın renkli fuları çözdüm. Alnını hafifçe ıslattım ve içmesi için ona biraz su verdim. Artık soru sormaya cesaret edemiyordum. Bana ciddi bir ifadeyle baktı ve kollarını boynuma doladı. Kalp atışlarını duyabiliyordum. Sanki tüfekle vurulmuş bir kuşun gittikçe yavaşlayan kalp atışları gibiydi.
Bana: “Motorundaki arızayı bulmana sevindim. Artık evine gidebilirsin” dedi.
“Bunu nereden biliyorsun?”
Aslında bu haberi vermeye geliyordum. Çok umutsuz olmama rağmen, motoru tamir etmeyi başarmıştım.
Sorumu yanıtlamadı. Sadece “Bugün evime dönüyorum” diye fısıldadı.
Sonra üzüntüyle ekledi: “Evim çok uzakta... Oraya gitmek çok zor olacak...”
Beklenmedik bir şey olacağını hissedebiliyordum. Onu bir çocuk gibi kollarımda sımsıkı tutuyordum. Ama o sanki ellerimden bir uçuruma doğru kayıyordu ve ben bunu engelleyemiyordum...
Bakışları ciddiydi ve uzaklarda kaybolup gidiyordu.
“Bana verdiğin koyun yanımda. Kutusu da yanımda. Ve ağızlığı da...” dedi.
Buruk bir gülümseme yayıldı yüzüne. Uzun bir süre öylece bekledim. Vücut ısısının giderek arttığını hissediyordum.
“Küçük dostum benim, sen korkmuşsun...”
Elbette korkmuştu! Ama yavaşça güldü.
“Bu gece çok daha fazla korkacağım” dedi.
Bir kez daha, içimde onarılmaz bir acı duydum. Bu gülüşü bir kez daha duyamayacağımı düşünmek bile istemiyordum. Buna dayanamazdım. Gülüşü, çölün ortasında bir su kaynağı gibiydi benim için.
“Küçük prens, gülüşünü tekrar duymak istiyorum” dedim.
Ama o bana : “Bu gece, Dünyaya ineli tam bir yıl oluyor. Gezegenim, geçen yıl Dünyaya indiğim yerin tam üstünde olacak bu gece.” dedi.
“Küçük prens, lütfen bunun sadece kötü bir rüya olduğunu söyle bana” dedim, “şu yılan hikayesinin be gezegenine geri döneceğinin...”
Ama sorumu yanıtlamadı küçük prens. Onun yerine bana:
“En önemli şeyi gözler göremez” dedi.
“Evet, biliyorum...”
“Su için de aynı şey geçerli. Makaranın çıkardığı sesi hatırlıyor musun? İşte tam da bu makara ve ip yüzünden, bana verdiğin bir yudum su müzik sesi gibi güzeldi. Çok tatlıydı...”
“Evet, biliyorum...”
“Geceleri yıldızları izlersin. Benim yaşadığım yarde her şey jo kadar küçük ki, sana gezegenimi gösterebilmem imkansız. Ama böylesi daha iyi. Çünkü içlerinden birinde benim yaşadığımı bileceksin. Hepsini seveceksin. Hepsi senin dostun olacak. Ve sana bir hediyem var...”
Bir kez daha güldü.
“Ah, küçük prens! Benim sevgili küçük prensim. Gülüşünü duymak çok güzel!”
“Aslında benim hediyemdi bu... tıpkı su için olduğu gibi.”
“Anlamıyorum...
“Yıldızlar, başka başka insanlara farklı şeyler ifade ederler. Bazıları için sadece gökyüzünde titreyen ışıklardır. Yolcular içinse, bir rehberdirler. Bilim adamları için fikir kaynağıdırlar. Şu benim iş adamı içinse zenginlik. Ama herkes için sessizdirler. Sen hariç...”
“Ne demek bu?”
“Geceleri gökyüzüne baktığında, yıldızlardan birinde benim yaşadığımı ve orada gülüyor olduğumu bileceksin. Bu yüzden sana sanki bütün yıldızlar gülüyormuş gibi gelecek. Bütün dünyada yalnızca senin gülen yıldızların olacak.“
Ve bunu söyledikten sonra yine güldü.
“Ve üzüntün geçtiğinde – çünkü zaman bütün acıları iyileştirir- beni tanıdığına memnun olacaksın. Daima benim dostum olarak kalacaksın. Benimle birlikte gülmek isteyeceksin. Be zaman zaman, sadece bunun için gidip pencereyi açacaksın... Gökyüzüne bakarken güldüğünü gören arkadaşların buna çok şaşıracaklar. Sen de onlara: “Ah, evet, yıldızlar beni hap güldürürler” diyeceksin. Onlar da senin deli olduğunu düşünecekler. Görüyorsun, sana ne kadar kötü bir oyun oynadım...”
Ve bir kez daha güldü.
“Aslında ben sana bir sürü yıldız değil de, kahkaha atabilen bir sürü zil vermiş gibi oldum.”


Yine güldü. Sonra ciddileşti. “Bu gece... biliyorsun... gelme...”
“Seni bırakmayacağım.”
“Dışarıdan acı çekiyormuşum gibi görünecek. Ölüyormuş gibi görüneceğim. Bunu görmeye gelme. Hiçbir işe yaramaz bu...”
“Seni bırakmayacağım” dedim Endişelenmişti.
“Sana böyle söylememin nedeni, biraz da yılan yüzünden. Sana zarar vermemeli... Yılanlar hain yaratıklardır. Zevk için insanı sokabilirler.”
“Seni bırakmayacağım” dedim.
Sonra birden rahatladı. “Yılanlar sadece bir kez zehirleyebilirler, öyle değil mi?” dedi.
O gece yola çıktığını görmedim. Sessizce ayrılmıştı. Arkasından koşup ona yetiştiğimde, hızlı ve kararlı adımlarla yürüdüğünü gördüm. Bana:
“Ah! Buradasın...” dedi. Ama sesi hala telaşlıydı.
“Gelmemeliydin. Üzüleceksin. Öldüğümü sanacaksın, ama gerçekte ölmüş olmayacağım.”
Sustum.
“Anlaman gerekiyor. Orası çok uzak. Bedenimi oraya götüremem. Bunun için fazla ağır.”
Hiçbir şey demedim...
“Boşalmış bir deniz kabuğu gibi kalacağım...Bunda üzülecek bir şey yok...”
Cevap vermedim...


Bir parça cesareti kırılmıştı. Son bir gayretle: “Biliyorsun, çok güzel olacak. Yıldızlara ben de bakacağım. Bütün yıldızlar paslanmış makaraları olan birer kuyu olacak benim için. Hepsi bana içecek su verecekler” dedi.
Hiçbir şey demedim.
“Çok eğlenceli olacak. Senin beş yüz milyon tane küçücük zilin olacak; benimse beş yüz milyon su kaynağım...”
Ve artık o da hiçbir şey söyleyemedi, çünkü gözleri yaşlarla doldu. “İşte burası. Bırak yalnız devam edeyim.”
Oturdu, çünkü korkuyordu. Sonra:
“Biliyorsun... Bir çiçeğim var... Ona karşı sorumluyum. O öyle narin, öyle masum ki... Kendini koruyabilmesi için sadece dört küçük dikeni var...”
Ben de oturdum. Daha fazla ayakta duramamıştım.
“İşte...” dedi, “Hepsi bu...” Biraz tereddütten sonra ayağa kalktı. Ben hareket edemedim.
Ayak bileğinin çevresinde sarı bir ışık vardı, başka hiçbir şey yoktu. Bir an hareketsiz durdu. Hiç bağırmadı. Bir ağaç gibi, yavaşça düştü yere. Yer kum olduğu için, düşerken en ufak bir ses bile çıkmamıştı.

Tuesday, May 26, 2009

söz hakkı

durmadan koşuyordu. durmadan ama. durmaksızın ve durmadan. arada bir nefesi kesiliyor, biraz soluklanmak için duruyor, o sırada gelen var mı diye kartal mavisi gözlerini arkasında gezdiriyor, yoldan geçen köpeklerin, kedilerin dahi gözlerinde ar-niyet arıyor ve yine koşmaya devam ediyordu. bitimsiz bir sabahın nihayetine kadar koşacaktı. dumaksızın koşmak demekse de bu, razıydı buna. doğrusu bu ya, koşmaktan haz alırdı. ardında biri var ya da yok ama o çokça var sanırdı, hem de çokçası.

sürekli ardında birşeyler bıraktığını düşünüyor. rüyasında sürekli yetişemeyeceği kadar uzakta durmaksızın intihar eden bir çocuğu görüyor, ve sırf birilerine hallerini hatırlarını sormak için onu kurtarmaya gitmiyor. her seferinde böyle bu. bir keresinde deniz kıyısında bir seferinde bir platonun uçurumunda bir keresinde bir eski otomobillerden oluşan dağda bir seferinde karlı bir gece vaktinde donmuş denizin üzerinden bir balıkçı deliğine, bir seferinde bir deniz fenerinin üzerine.. her seferinde atlıyor çocuk. ve her seferinde de bir bakış atıp öyle atlıyor. ölümümün sorumlusu sensin!

ilk rüyasında yalnızdı. atlayanın ise yanında bir sürü birileri vardı. bir tepedeydi bizimki. bir adalar kümesinde beriki. sonra ne olduysa bir bakış attı ona doğru, ki fark edilmesi imkansızdı, ve atladı. ter içinde kalıyor hala, bugün bile. aradan yıllar geçti.

ikinci rüyasında bir uçurumun iki yakasındaydılar. bizimkinin evinin çevresinde çevre çevre çitler. bacası tütüyor, yemeğe bekliyorlar hatta onu. geliyorum diye seslendikten sonra eve, uçuruma doğru koşuyor. arada köprü yok, hiç de düşünülmemiş köprü yapmak. gidiyor, tam karşıyı göreceği anda yine aynı çocuğun siluetini görüyor. hava alacakaranlık. gece basmak üzere. hey diye seslenecek oluyor, içinden. o esnada ruhunun en içine dikilen bir çift gözle karşılaşıyor. karanlıktan da karanlık bir çift göz. boğazına takılıyor ses. hatta daha da derine: iki göğsünün arasına. o sırada kulübesinden bir ses geliyor yine, geriye dönüp eve bakıyor ve o birkaç saniye içinde atlayan çocuğun havada kalan saçlarını görüyor. gidip bakmak aklına gelmiyor, yalnızca yayılan ölüm korkusuyla irkiliyor ve eve geri kaçıyor.

bencilliğine dair en ufak bir pişmanlık belirtisi dahi yok!

üçüncü rüyasında kendini bir garfield olarak görüyor. çöp sanılan şehrin belediye sarayında yaşamakta. arkadaşlarıyla takılıyor bir süre, gözü açık hava sarayının en ucuna, en ucundaki otomobil dağına takılıyor. orada bir köpek. bej renginde. yere doğru bakıyor. yanına koşuyor bizimki ama hantal. koşamıyor. yanından geçiyor bir çiftin. kötü hissettiklerini söylüyorlar ehuehue diye konuşmaya başlıyor bizimki. ama gözü hep ondan başka hiçkimsenin görmediği dağda, dağın üzerinde atlamak üzere aşağya bakanda. ehue sonrasında koşmaya niyetlense de dağın tarafına doğru değil, ehue yaptıklarıyla, farklı ama paralel bir yola koyuluyor. gözü hep onda. biliyor, tanıyor ki bu sefer, ona bakmadan atlamayacak. dakik davranarak bakışını yakalamayacağının planlarını kuruyor. fakat yeni biriyle konuşmaya başlıyor bu sefer. o sırada dağılıyor dikkati yine, gözlerindeki zifiri karanlıktan birlikte aşağı düşüyorlar.

uyandığında hissetmiyor yaşamı. karanlık dipsiz bir kuyuda dibe vuracağı anın beklentisi ve gittikçe artan düşüş hızının getireceği vahşet ölümünün neden arayışında..

suçluluk hissediyor.

dördüncü rüyasında eternal sunshine of a spotless mind'ı izlemişti öncesinde. saçma gelmişti. hayatında silmek istediği an oldu mu diye düşünmüş, anılarına da eski sevgililerine de, sevgilerine de hala tutkuyla bağlı olduğunu fark etmişti. saçma bir filmdi, böyle hissetmişti. rüyasında ise buzdan bir gölün üzerinde kayıyordu. küçücüktü. annesinin saçına iki yandan kuyruk yapıp beyaz ponpon taktığı sarı lüle lüle saçlı zamanları. kırmızı eteği, kırmızılı beyazlı kazağı. bu takımı papatya tarlalarında koştuğunu anımsadığı bir gün giydirmişti annesi. ayağında kırmızı rugan ayakkabılarla koşuyordu buz pistinde. bir papatyaları bir buzu bir çimleri bir buzun altındaki balıkları görüyordu. oldu olası hareket eden canlıları izlemeyi severdi, durdu balıkları izlemeye koyuldu. kocaman somonlar. buzun üzerindeki karı temizledi biraz, daha iyi görmek için. ve o anda mavi, şişmiş bir suratla karşılaştı. göz çukurlarında sadece derin bir karanlık. geri çekildi aniden. karanlık basmak üzereydi. o anda karşısında beline kadar suya batmış o siluetle karşılaştı. henüz suya dalmamış belden aşağısı buzun üzerinde, bizimkinin karşısında tepetaklak, yarım, kocaman somonların arasında belden yukarısı, birbirine girmiş suratı, şişmiş, mor, yarım.

terler içinde uyandı. üzerinde düşünmedi.

beşinci rüyasında yeni kurulan bir şehirde. bir liman kenti. fethiye'ymiş önceden. fakat artık ne deniz, ne ağaç, ne de kum kumsal var. beton döküyorlar. felaket bir iş makinesi gürültüsü. denizin içine beton döküyorlar. siyah camları olan bir odadaymış bizimki.dışarısı bembeyaz görünüyor. içinde sıkıntı. karanlık basıyor yine. ileride deniz feneri var. ufukta. ışığının ritmine hayran. bir sarkaç gibi olmasına, bitimsizliğine hayran. o karanlık odadan sürekli deniz fenerini izliyor akşamları. iş makinlerine durmalarını söylemiyor. bir an önce bitirsinler. kum, ağaç, yeşil görmek istemiyor. beyaz olmalı her yer. deniz bile! derken ışığın üzerinde karanlık silueti görüyor yine. gökyüzü lacivert, siluet siyah. hiç telaşlanmadan odadan çıkıyor yine kollarını birbirine kenetlemiş gidiyor siluete doğru. o sırada yine birileriyel karşılaşıp dinlemeye başlıyor. emin. siluet de kendisi de. yine atlayacak. bu onun kaderi. o atyacak bizimki izleyecek. bakıyor yine, göz-göz-e geliyorlar, karanlık yine aynıkaranlık. yüzlerinde bıkkınlık. atlayacak, izleyecek. gelmek istese de gelemeyecek. gelsin istese de beklemeyecek. ellerini kavuşturmuş bakıyor dik dik. atlamıyor. bakıyor hala. atlamalıydı. atlamıyor. derken gidiyor yanındakiler. çaresi yok gidecek yanına. yürümeye başlıyor. yürüdükçe uzaklaşıyor yol. yüksekten aşağı inmeli sonra tekrar çıkmalı. kuyular, tarlalar, bitkiler, yeni ekilmiş marullar var. hepsini o yaptı. bütün şehri deniz fenerine ulaşmamak üzerine kurdu. dolambaçlı yollardan geçiyor. tarlaya gidiyor, çalışanlara hallerini soruyor iyi deyip işlerine dönüyorlar. bakıyor. çift bakış hala orada. bekliyor. dönüyor, duruyor, duruyor, dönüyor. yaklaşıyor sonunda ki siluet netleşir gibi oluyor. o esnada iki göğsünün arasına tıkılan bütün sesler hep birlikte çıkıyorlar bedeninden. sağır edici bir çığlık. bir böğürtü. bir nara. bir geğirti. bir müzik. bir düş. hepsi ve hiçbiri. her seferinde diğeri.

kolunu kaldırıp eliyle bir işaret yaparken buluyor kendini o anda ve sahne birdenbire değişiyor: annesinin çok sevdiği bir cam biblo. el yapımı. masanın üzerinde. kulaklarında karşıya yapılan ev için kopan iş makinaları kıyameti, üzerinde kırmızı etek, kırmızı beyaz kazak, beyaz ponponlar, masanın üzerinde iki adet somon balığı, babasının annesine yeni aldığı arabanın anahtarları. annesi mutfakta söyleniyor. yemeğe geç kalmış o akşam. saati varmış yemeğin. kızgın. ona söz hakkı tanınmaması en katlanamadığı şeydir hayatında, o zaman bile. elinin hareketi annesinin en sevdiği vazoyu yere deviriyor o anda. vazonun düşerken sadece dibini ve yere düştüğünde ayağına çarpan parçasını görüyor, o kadar.

pişmanlık yok. suçluluk var.

Sunday, May 24, 2009

boktan yazı

diyorum da işte, çok öfkeliyim aslında sevgili günlük. boğaziçi'ne transkript almaya gittiğimden beri içime yerleşen şiddeti, sıkıntıyı, geriltiyi atamıyorum bir türlü. dönüşte zangır zangır ağladım otobüste sinirden. bakarsa baksın sikindirik etiler tayfası çok da götümde sanki. kendime çoocuklara yaptırttığım relaxation şeysilernden yapmaya çalıştım. sık, gevşe, sık gevşe, derin nefes al, böyle yapınca aklıma hep haydar dümenin seks terapisi şeyi gelir de gülmeye başlarım. oyhh diye güldüm yne salya sümük olduğum halde. hiç gerekmediği halde balıklıya gittim, sizi özledim dedim, çay içtim kızlarla geri döndüm sonra mırıl mırıl, canım balıklım benim, mırnav modunda sildim gözyaşlarımı. fakat o gün bugündür kendimi felaket hissediyorum yine, aradan bir hafta geçti, be tahmin edebileceğim gibi, evet bildim, bingoo 2 kilo verdim (ovfffffffffffffffff alt kattakiler felaket sevişiyor ya bu arada,, neyse geçelim, zaten kadın neyse yazdığım anda orgazm oldu). tüh gene güldüm bak şimdi gene kaçtı depresyonum iyi mi,

neyse diyorum ki, bu aslında tam olarak bir yeni arz-u nesnesi bulamama durumu. ya da şöyle söyle4yelim. asla yakalanamayn bir arzu nesnei kalma eğilimi ile zaten-çoktan yakalanmış bir arzu nesnesi olduğunun bilinmesi arasındaki gerilimden doğan bir hiç-nesne sahibiyeti duygusu. öyle ya da böyle, yeni bir nesneye sebebiyet veremedi. hiçkimse için. evet tamam belki ben gerzek bir insan olarak orda john nashler ile karşılaşacağmı, kafede muhabbet edeceğim adamın bir adam smith olacağını, çimlerde go oynayarak teori geliştireceğimizi filan umacak kadar hayalperest bir müşkülpesenttim. peki ya onlar? benim gibi olan diğerleri? onlar da mı başkalarına diplomanın adını satarken, çok boğaziçili olan ama aslında birlikte olduğumuzu zamanlarda yaka silken onlar? kabul ediyoruö, oldum olası gıcık bir insanım, kimseyi, hiçbir yeri kolay beğenmem, hatta genellikle beğenmem. bu yüzden uzun süre orasının sanıldığı gibi bir yer olmadığını, orasının pink floyd'un wall şarkısının klibinin çekildiği abrika olduğunu anlattım durdum, bana kimse inanmadı. bloglara destanlar döşedim, kendimi cassandra ile özdeşleştirdim, ama yine bir bok olmadı, yelkeni değiştireyim anasını satayım dedim, gene olmadı, nereye koysam dolmadı, neyden alsam boşalmadı anacım. koduğumun eksik ötekisi. yok ötekisi. içi delik töbekisi.

10 tane transkript aldım, pişman değilim. 5 alana 5 bedava. rezalete bakar mısın. ticarethane olduğunun daha ilk satırda ifşası. rezaaalet. iğreeen.....ç. boksunç. bir daha da semtine uğramayı düşünmüyorum. diplomamı aldığım, derimi yüzen; daha doğrsu, ruhumu satmam pahasına derimi diri diri yüzdürdüğpüm bir işkence odası boğaziçi. derimi yüzemediler. psikozsa psikoz bu abi. benim imgesel özdeşimimi yıkamazsınız. vermiycem. obsesyonelim. değişime direnirim. ben kendimi böyle yapana kadar neler çektim, kendimden güpgüzel, emek ürünü bir kenilik yaratmışken, sizin aynanız karlar kraliçesinin aynası diye, kendimden veremeemmm. vermiyceeemmm. vermedimmmm.. ve evet, ağlamamın sebebi yandığım 5 sene, ömrümden çaldınız be. koduğumun orospu çocukları. ömrümü yediniz. şu anda ben ne güzel romanımı bitirmiş olcaktım lan pezevenkler. sizin yüzünüzden bir mayıs 18 akşamında sikik kilyosun sikik kumsalında bütün taslaklarımı, dostoyevskilerimi, kafkalarımı yaktım lan ben koduğumun piçleri. nasıl ödeyeceksiniz lan kitaplarımın bedelini, nasıl. önce ben yerleştim lan odaya, nasıl neşeyle yerleştim lan, nasıl dizdim kitapları, yatağın altına eşyalamdan çok kitabın olduğu iki koliyi nasıl yerleştirdim, nsaıl heyecanla kantine çıktım insanlarla tanışçam diye lan, koduğumun piçleri, siz naptınız köy çeşmesi gibi. kilyosu batakhaneye çevirdiniz lan, her taraf am-sik kokusundan geçilmez oldu, ne john nasi bir muhabbet etçek adam bile yoktu lan siktiğimin boğaziçisinde. herkes birbirine boğaziçil,yim diye hava atoyor. salaklığı görüyor musun. ben şu bölümdeyim, türkiyede şu dereceği yaptım. kalakalmıştım ilk seferde. e dedim ben de bu dereceyi yaptım da hepimiz zaten derece yapıp gelmedik mi buraya. yarış atları gelmiş lan buraya dedim açtım zeynepe telefon. lan bunların hepsi manyak. hayvan bunlar ya gel beni al budan dedim. o zaman kaçak yayın var, ben oraya da yazcam, gel taksime gidelim dediöm, leman cafeyi bulaım dedim. zeynep de kendi derdinde salak, aman yeşiimm gene ne kusur buldun dedi, gel değiştirelim istersen buhahah hadi kendine gel de araşalım diye kapadı lan yüzüme telefonu. sonra başakı aradım o da kapadı telefonu. napçam lan ben dedim sonra deli gibi kaç kilometre uzak kilyos köyüne ürüdüm gittimçay içtim. bu ne lan dedim. bu ne.

hala da onu soruyorum lan. nesiniz olan siz? hepinizi unutmak istiyorum. beynimden sizi silmek istiyorum. bok kafalılar hepiniz gerizekalısınız diye bağırmak istiyorum. dedim ya 10 trans bana 10 yıl yeter. sizi tamamen siliyorum. siiillll.dim.

peri

anneme masterda neyin üzerine çalışacağımı söyledim. birkaç saniye öylece baktı yüzüme. bence birinin bunun üzerinnde çalışması gerekiyor ve ben çalışacağım dedim. korkmuyor musun dedi. bu soru bile nasıl bir travmayı seriyor sereserpe. gözlerimden yaşlar boşaldı. en son dernek yemeğinde de böyle ben katatonik halde duruken boşalıvermişti yaşlar gözümden. en çok duygusuz anlarımdan korkuyorum-gestapo bir hipmanik ya hatun, ne ağlıyorsun şimdi yine saçmasapan? diye ! işaretini koydu. öf dedim bu sefer. biliyormusun bu prusya eğitim stratejisinin hitleri hitler yaptığı söyleniyor. ya da dedim bu obsesyonel tavır aslında psikotil bir yersizyurtsuzluğu örtmek için geliştirdiğimiz bir savunma mekanizması olmasın topluca!? ben ne zaman böyle sayaıklamaya başlasam susar herkes, ben de dahil. bir orgazmik boşalma anı gibi bunlar, kimin konuştuğunu ben de unutum böyle zamanlarda. döküleviri dilimden gözümden dökülen yaşlar gibi. öylece bir öyküye dönüşürüm işte yarısı gerçek yarısı hakikat olarak yalan. sen de ne olur ağlasan arada bir.dedim. senin yaşadığın bir şey yok ki diye başladı sonra, nasıl bir şey yok, dedim, benim yaşadığım şey işte tam olarak bu! ve hatta sadece bu!

sustuk. bakışıyoruz öyle. yok dye böldüm sessizliği, daha çok konuşacağız anne. daha çok. ve belki sen de biraz olsun ağlamaya izin vereceksin kendine, zamanla. yavaş zamanla.

Thursday, May 21, 2009

yes it is fucking political



..şu resmin zarafetine, kadınların erkeklere göstermek bahanesiyle kendilerine gösterdikleri özene, aralarındaki gizli bakışmalar, kısa fısıldaşmalar, taraf tutmalara bakın. boylu postlu, iş güç sahibi ki belli ki o partinin finansörü olan erkeklerin ise ne denli düz, yok, ve uzak olduklarına.. sadece bu bakış dahi a-feminist bir gerçek yorumu sunacaktır..
*****

bu skin üzerine tanımıyorum kadın vokaller konusunda, da neden herbiri lezbiyen olur böyle sağlam kadınların bir türlü anlam veremiyorum. yani simgeselde yer edinince illa ki erkek mi olmak zorunda hissediyorlar kendilerini. evet potansiyel olarak "eril" oluyorlar, eril düzende, eril yasalar işler çünkü, sokarak pasifize edersin mesela, yutarak yok etmek mertliğe sığmaz. erkek için efendilik karşısındakini diz çöktürtmektir. eril us, yok ettiğinde efendi olamayacağını düşünür, efendi olmak için mutlaka onu efendi olarak kabul eden bir köleye ihtiyaç vardır; kadın ya da erkek..

yutmak ise ancak hemcinslere, kadınlara, söker. bir erkeği yuttuğunda içinde hala kımıldadığını hisseder kadın. onu yuttuğunu bilse/düşünse de, erkek bunu anlamlayacak dile sahip olmadığından, yutulmuş, yok olmuş hissetmez kendini. hazımsızlık yapar, reflü yapar, türlü sodalarla, emedurlarla dindirmeye çalışsa da kadın, muhakkak çıkar dışarıya. eril yasa yenilir yutulur değildir, sindirilemezdir. üstün olduğundan değil, aşağıda olduğundan da değil; neden-sonuç ikileminde ve çokça şövalye düsturlarıyla işleyen bir yasadır onunki: efendi mi olmak istiyorsun, o halde birisi, bir köle, efendi olduğunu ilan etmeli, efendiliğini olumlamalı. efendi olmak için, aktif olmak için, aktif olduğunu buyuran bir pasif olmalı. pasifizasyon efendiliğin temel düsturudur. diyalektikle işleyen bir statükocudur eril yasa. buyurur ki o ya da bu. bu ya da şu. ama asla bir üçüncü yoktur. siyah ya da beyaz. asla gri yoktur..

fakat oidipal kriz üç kişiliktir, belirsizdir, gridir.

strateji kadınsıdır.

oidipal kriz yutulma korkusunu içerir. ölüm itkisini iliklerinde hissetmek, tam var olabilmeyi başarmışken, tutunamamak kayıp gitmek korkusudur. siyah ve beyazın arasında hangi ton olacağını bilememe durumu, seçme zorunluğu, kabul etme yükümlülüğüdür. oidipal kriz tam da "durmak" gereken yerdir. yasa engellediğinden değil, baba çükünü keseceğinden de değil, tam olarak ölmek korkusundan, ucuna gelinen uçurumdan yuvarlanma korkusundan, durulmazsa yok olunacağının gizil hissinden doğan durmak gereğidir..

kadın gridir. yasayı yasak yapan işte bu griliktir.

yutulmanın simgesel manasını sadece bir kadın anlamlayabilir, sadece bir kadının yutulması anlamlanabilir. yut(ul)ma, o vahişi kara kıta, o belirsiz grilik, o stratejik mutlakiyet, her zaman bilinemezliğin, uzak durulanın, anlamlanamayanın, evrenin gizinin kaynağı olacaktır. eril yasa kadını mutlak X kılacak ve eşitliğin diğer kısmını bilinen tüm sembollerle donatacaktır ta ki X'in çevresini bir bilinirlik duvarıyla kuşatana dek. bilimsel düşüncesi, mantıklı yaklaşımı, çağı ilerlettiğini düşündüğü tüm neden sonuca dayalı diyalektik önermeler Xi kuşatır görünmektedir çağımızda. her şey bilinmezliği engellemek için görünür, kadın bastırılır, geri püskürtülür, ezilir, itilir görünür tüm bu mantıksal önermeler ile. Fakat tüm bunlar Xin sınırlandırılarak kendini koruma çabasının ürünüdür erkeğin -kadın bunu bilir. tıpkı erkek gibi genişlemesine değil derinlemesine işlediğini bildiği gibi -yanılsamadır erkeğin dikeyliği. bu sebeple, çerçevelendiği halkanın derinlemesine çevrelediği çevresinden yayılarak yok edebileceğini bilir, bilmelidir.

kadın statejiktir.

hal böyleyken neden lezbiyen olur sağlam kadınlar, neden hapsederler kendilerini bir bilinmezlik ülkesine de kendilerini yuvarlağın dışını dıştalayan psikotik bir fantazi dahi diyemeyeceğim hayali düşler alemine bırakırlar anlayamıyorum. bana çoğu feminist kadının ideal erkeklerini tariflemeleri istendiğinde "büyük elleri, kaslı vücutları, sikici bakışları olan erkekleri" arzuladıklarını belirtmelerinden daha saçma geliyor bu durum. iki saattir kadını anlatıp kadınları anlamıyorum yazmak ne kadar saçma geliyorsa o kadar tabi:) ne salağım ya. neyse sıkıld8ım, yazarım sonra yine çauu (ben kaçar ehe).

**Fotoğraf Karen Dupré'ye ait.

Tuesday, May 19, 2009

Hölderlin, Ruh Huzuru


RUH HUZURU


İyi bir şeydir insanın uzaktan bakabilmesi hayata,
Ve anlayabilmesi hayatın kendini nasıl algıladığını,
Ayakta kalabilen, atıldıktan sonra tehlikenin kollarına,
Fırtınalarda ve rüzgârlarda yolunu bulabilmiş birisidir.

Ama güzelliği tanımış olmaktır daha da iyisi,
Bütün bir hayatın düzeni ve yüceliği olan güzelliği,
Harcanan çabaların zahmeti mutluluğun kaynağı olduğunda,
Ve bilmek, zaman içindeki onca zenginliğin adını.

Yeşillenmekte olan ağaç, dallarla örülü zirve,
Gövdenin üstündeki kabuğu saran çiçekler,
Tanrının doğasından gelme bir hayattır hepsi,
Çünkü üzerlerine eğilmiştir göğün bütün rüzgârları.

Ama meraklı insanlar kalkıp sorduklarında bana,
Bütün bunları hissedebilme cesaretinin anlamını,
Ne olduğunu kaderin, yücenin ve kazancın, derim ki
O zaman, hem yaşamak, hem de düşünmektir yaşadığını.

Eğer doğa yalın ve dingin yaratmışsa birini,
Bu bir uyarıdır insanoğluna neşeyle bakmam için,
Neden? Çünkü korkutur bilgeleri bile açıklık dediğin,
Ancak başkaları da gülüp şakalaşıyorsa tadabilirsin neşeyi.

Erkeklerin ciddiyeti, zaferler ve tehlikeler,
Kültürden ve bilinçten kaynaklanmadır bunların hepsi,
Hedef ise tektir: İyilerin en yücesi,
Kendisini varlığıyla ve güzel kalıntılarla belirler.

Bir seçkinler topluluğudur sanki bütün bunlar,
Onlardandır ne varsa anlatılmaya değer ve yeni,
Hiçbir zaman kaybolup gitmez eylemlerin gerçeği,
Tıpkı yıldızlar gibi, yaşam da görkem ve neşeyle parlar.

Gözüpek eylemlerdir yaşam denilen,
Yüce bir hedef, uyum dolu bir devinimdir,
Atılımlar ve adımlardır, mutluluk kaynağı erdemdir,
Ciddi iştir, ama katıksız gençliktir buna rağmen.

Pişmanlık ve geçmiş, bu yaşamda,
Temsilcisidir farklı bir varoluşun, biri yolunu
Açar zaferin, huzurun ve çekilmiş
Ne varsa yüce alanlara;

Ötekiyse sürükler işkencelere ve buruk acılara
Yaşamı hafife alanlar yıkılıp gittiklerinde,
Ve imgeyle yüz dönüştüğünde
İyi ve güzel davranamamış birinin yansısına.

Bir yanda algınabilirliği canlı varlığın,
Öte yanda kalıcılık, insan eliyle,
Neredeyse bir ikilemdir, biri adanırken yalnızca
Duygulara, ötekinin yolu uzanır acılara ve yaratıcılığa.


Çev: Ahmet Cemal

lacan le sinthhome


bir ehömm iyi gider bu sayfaya. tüm çevresel etmenler bu yazıyı bana yazdırmamak için elbirliği yapıyorlar. hava sıcak, oda sıcak, camı açıyorum, karşıdaki evden zırlar çocuk sesleri geliyor, çamaşır makinesi çalışıyor, takıntılı bir vaziyette norveçli çocuğun şarkısını diniliyorum suat suna'nın ov lelli şarkısını andırıyor filan ama yazacağım. neyse artık kişisel ayrıntı verip hayatım deşifre etmemeye karar verdim, ulaşılmaz, yorumlanamaz olucam, karizmatik olcam hııhhh

neyse diyorum ki

lacan is a sinthome as such. şöyle ki, lacan öfkesiyle, egzantrikliğiyle, her zaman ve her mekandan beslenmişliği ile bir kök, bir temeldir, kökensel olmayan ama köken kadar yer tutan, belirsiz, öfke uyandıran, ama yine de varılan, belki bir duvar belki bir sesi soğuran dağ ama bir day-an-ak. dayak atan bir dayanak. dayanak olan bir dayak. borderline ruhun nefes alacağı bir kasırga limanı, belirsizliğin belirli hali, her zaman kovalanan ve asla yakalanamayışında tam olarak yakalanan. bir pierrot. bir clown. bir placebo. bir mushi ve bir joyce hepsinin ötesinde. 40 akıllıdan biri olma yarışına insanları sürükleyen sadist bir anti-baba. geri dönülecek, içeri girilecek hiçbir deliği, gediği olmayan, bir parabol, bir halka, bir çember, bir küre, bir evren. her zaman dışında bırakan ve dışarıdalığı içeriye çeviren bir yanılsama. salınımların derinliğinde yitişin kalbi. bir aziz. yaşadığı tek kişilik evreninde bir erkek anlamı verili dış-uzantıda bulma telaşında. heyhat. le saint-homme. göster bize evrenin girilecek, öze dönülecek, saklanacak, korunacak, korunağıyla karşı saldırılacak bir gediğini!

"dit tout, mon cher!" dit tout! dit tout! buraya sadece seni dinlemek üzere buyurulduk. dit tout! biz buraya kendini dinleyebileceğin bir duvar olamaya durduk.

with all the abjet. with all the merde! all the urine! all the vomissure!

dit tout, mon cher!

"evcil ne demek?"




İşte o sırada bir tilki çıkıverdi ortaya.
“Günaydın” dedi tilki.
“Günaydın” dedi küçük prens kibarca. Ama etrafına baktığında kimseyi göremedi.
“Buradayım! Elma ağacının altında.”
“Sen kimsin? Çok güzel görünüyorsun.”
“Ben bir tilkiyim.”
“Gel, birlikte oynayalım. Öyle mutsuzum ki” dedi küçük prens.
“Seninle oynayamam” dedi tilki, “ ben evcil bir hayvan değilim.”
“Buna çok üzüldüm” dedi küçük prens. Ama biraz düşündükten sonra: ”Evcil ne demek?” diye sordu.
“Anladığım kadarıyla burada yaşamıyorsun” dedi tilki, “kimi arıyorsun?”
“İnsanları arıyorum,” dedi küçük prens, “ peki ama ‘evcil’ ne demek?”
“İnsanlar,” dedi tilki, “tüfeklerle dolaşırlar ve avlanırlar. Tam bir baş belasıdırlar. Bir de tavuk yetiştirirler. Tüm işleri bundan ibarettir. Sen de mi tavuk arıyorsun?”
“Hayır, ben arkadaş arıyorum. Ama ‘evcil’ ne demek?”
“Bu pek sık unutulan bir şeydir. ‘Bağ kurmak’ anlamına gelir.”
“Bağ kurmak mı?”


“Evet. Örneğin, den benim için sadece küçük bir çocuksun. Diğer küçük çocuklardan hiçbir farkın yok benim için. Sana ihtiyacım da yok. Aynı şekilde, ben de senin için dünyadaki yüz binlerce tilkiden biriyim sadece. Bana ihtiyaç duymuyorsun. Ama beni evcilleştirirsen eğer, birbirimize ihtiyacımız olacak Sen benim için tek ve işsiz olacaksın, ben de senin için.”
“Anlamaya başlıyorum” dedi küçük prens. “Bir çiçek var. Sanırım o beni evcilleştirdi.”
“Olabilir. Dünyada her şey mümkündür.” dedi tilki.
“Ama bu çiçek dünyada değil.”
Tilki şaşırmıştı. “Başka bir gezegende mi?”
“Evet.”
“Peki orada avcılar da var mı?”
“Hayır, yok.”
“Bu çok ilginç. Peki ya tavuklar?”
“Hayır. Tavuklar da yok.”
“Eh, hiçbir yer mükemmel değildir” dedi tilki içini çekerek. Sonra kendini anlatmaya başladı:
“Yaşamım çok monotondur. Ben tavukları avlarım, avcılar da beni.

Bütün tavuklar birbirine benzer. Bütün insanlar da öyle. Bu yüzden biraz sıkılıyorum. Ama beni evcilleştirirsen eğer, yaşamıma bir güneş doğmuş olacak. Senin ayak seslerin benim için diğerlerinden farklı olacak. Ayak sesi duyduğum zaman hemen saklanırım. Ama seninkiler, bir müzik sesi gibi beni gizlendiğim yerden çıkaracaklar. Şu ekin tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğday benim hiçbir işime yaramaz. Bu yüzden de bu tarlalar bana hiçbir şey hatırlatmazlar. Buna üzülüyorum. Ama sen beni evcilleştirseydin, bu harika olurdu. Altın renkli saçların var senin. Ben de altın renkli başakları görünce seni hatırlardım. Ve rüzgarda çıkardıkları sesi severdim.
Sustu tilki ve uzun bir süre küçük prensi izledi.
“Senden rica ediyorum. Lütfen beni evcilleştir!” dedi.
“Elbette” dedi küçük prens. “Ama pek fazla vaktim yok. Yeni arkadaşlar edinmem ve birçok şeyi anlayabilmem gerekiyor.”
“Sadece evcilleştirdiğin kişiyi anlayabilirsin” dedi tilki. “İnsanlarınsa hiçbir şeyi anlayacak vakitleri yoktur. Her şeyi dükkandan hazır alırlar. Ve arkadaşlar dükkanlarda satılmadığı için de, hiç arkadaşları olmaz. Eğer bir arkadaşın olsun istiyorsan, evcilleştir beni!”
“Ne yapmam gerekiyor peki?” diye sordu küçük prens.
“Çok sabırlı olman gerekiyor. Önce çimenlerin üstüne, biraz uzağıma oturmalısın. Ben gözümün ucuyla seni izleyeceğim, sen hiçbir şey söylemeyeceksin. Sözcükler yanlış anlamalara neden olurlar. Ama her gün, biraz daha yakına gelebilirsin.”
Ertesi gün küçük prens yine geldi.
“Her gün aynı saatte gelmelisin” dedi tilki. “Örneğin öğleden sonra saat dörtte gelirsen, ben saat üçte kendimi mutlu hissetmeye başlarım. Zaman ilerledikçe de daha mutlu olurum. Saat dörtte endişelenmeye ve üzülmeye başlarım. Mutluluğun bedelini öğrenirim.


Ama günün herhangi bir vaktinde gelirsen, seni karşılamaya hazırlanacağım zamanı asla bilemem. İnsanın gelenekleri olmalıdır.
“Gelenek nedir?”
“Bu da çok sık unutulan bir şeydir” dedi tilki. “Bir günü diğer günlerden, bir saati diğer saatlerden ayıran şeydir. Örneğin, şu benim avcıların da gelenekleri vardır. Perşembeleri kızlarla dansa giderler. Bu yüzden de Perşembe benim için harika bir gündür. Üzüm bağlarına kadar yürüyebilirim. Ama avcılar dansa herhangi bir gün gitseydi, benim için hiçbir günün özelliği olmayacaktı ve asla tatil yapamayacaktım.”


Böylelikle küçük prens tilkiyi evcilleştirdi. Ve ayrılma vakti geldiğinde “Ah! Sanırım ağlayacağım” dedi tilki.
“Bu senin hatan” dedi küçük prens. “Ben sana zarar vermek istemedim. Seni evcilleştirmemi sen istedim.
“Doğru, haklısın” dedi tilki.
“Ama ağlayacağını söyledin!”
“Evet, öyle.”
“O halde bunun sana hiçbir yararı olmadı.”
“Hayır, oldu. Buğday tarlalarının rengini gördükçe seni hatırlayacağım. Şimdi git ve güllere bir kez daha bak. O zaman kendi gülünün evrende eşsiz ve tek olduğunu anlayacaksın. Sonra bana veda etmek için buraya geri döndüğünde, sana hediye olarak bir sır vereceğim.”
Küçük prens güllere bir kez daha bakmaya gitti.
“Hiçbiriniz benim gülüm gibi değilsiniz. Çünkü henüz hiçbiriniz evcilleşmediniz. Ve siz de hiç kimseyi evcilleştirmediniz” dedi onlara. “Siz tıpkı tilkinin benimle karşılaşmadan önceki hali gibisiniz. Dünyadaki binlerce tilkiden yalnızca biriydi o. Ama ben onunla dost oldum ve şimdi artık o özel bir tilki.”
Güller bu duyduklarına çok bozuldular.
“Evet, güzelsiniz. Ama boşsunuz. Sizin için kimse yaşamını feda etmez. Yoldan geçen herhangi biri, benim gülümün de size benzediğini söyleyebilir. Ama benim gülüm sizin her birinizden çok daha önemlidir. Çünkü ben onu suladım. Ve onu camdan bir korunakla korudum. Önüne bir perde gererek rüzgarın onu üşütmesini engelledim. Tırtılları onun için öldürdüm ( ama birkaç tanesini kelebek olmaları için bıraktım). Onun şikayetlerini ve övünmelerini dinledim. Ve bazen de suskunluklarına katlandım. Çünkü o benim gülüm.”
Bunları söyledikten sonra tilkinin yanına döndü.
“Elveda” dedi.
“Elveda” dedi tilki de. “Ve işte sırrım: Bu çok basit. İnsan gerçekleri sadece kalbiyle görebilir. En temel şeyi gözler göremez.”
“Temel olan şeyi gözler göremez” diye tekrarladı küçük prens. Öğrendiğinden emin olmak istiyordu.
“Senin gülünün diğerlerinden daha önemli olmasını sağlayan şey, ona ayırdığın vakittir” dedi küçük prens.
“İnsanlar bu en önemli gerçeği unuttular. Ama sen unutmamalısın. Evcilleştirdiğin şeye karşı her zaman sorumlusun. Gülüne karşı sorumlusun.
“Gülüme karşı sorumluyum” diye tekrarladı küçük prens, öğrendiğinden emin olmak için. Sonra yoluna devam etti.

http://www.kucukprens.org/kitap/21.php

Sunday, May 10, 2009

kendimi sudan korkan su kaplumbağası gibi hissediyorum


evet. "kendimi tam anlamıyla sudan korkan bir su kaplumbağası gibi hissediyorum" dedi marilyn. kendine neden marilyn ismini verdiğini de merak ederek gizliden. türdeşleri çampul çumpul devinirlerken hep birlikte ait oldukları su birikintisinde, marilyn yanında plastik bir palmiye ağacının dibinde, bir tümsekte, handiyse bir düş-adada varlığını sorguluyordu. kimdi marilyn, neden türdeşleri gibi değildi, olamıyordu, takıldığı bir "teoman-woody allen hastalığı- her gün aradıysam da bulamadım kendimi ey yarabandım ve yaram gönülçelen heyyo" mıydı yoksa çarptığı bir "elif şafak-kendimi demirleyecek bir liman bulamıyorum" duvarı mı, yoksa yoksa ortaokuldayken yarım aklıyla hatmettiği böyle buyurdu ecce homo'dan aklında binde bir kalandan türettiği bir yarık postmodern zırvıntı mıydı bilemiyordu. arkadaşı johnson'a baktı (-son? john'un oğlu olan john, ki güçlü bir simgesel dertsizliğin prerequisite'idir öncülümüzün bilinçdışı bir yansıması mıdır bu heyyt bee, olmayan bilincimin dışını seveyim, de marilyn kim s.k.s.k[sudan korkan su kaplumbağası] kim yaw) kızlarla cilveleşiyordu john, sırtında kırmızı bir benek vardı ve bu beneğin onu diğerlerinden farklı kıldığını düşünüyor, kızlarla konuşurken türlü atraksiyonlarla sırtını göstermeye uğraşıyordu. kendine bakıyordu böyle anlarda marilyn, onun sırtı alelade bir sırttı işte ve hiç de fark edilesi bir hale yoktu çevresinde.
ve hatta korkunç bir şekilde koktuğunu düşünürdü her zaman, evlerine gelen bir yabancının "tanrım bu yaratıklar ne kadar felaket kokuyor, odayı k-okutuyorlar!" deyişinden bu yana. bu yüzden kimseye ilk kertede yaklaşmaz, öncesini kokusunu almadıklarından, alsalar da yabancılamadıklarından emin olmak isterdi. gözlerinin ta içine bakardı tüm varlıkların ve bir beyaz tahta, bir tabula rasa, bir yok-kıta görmek isterdi. bazen görür bazen göremezdi. o an da işte bu göremediği anlardan birisiydi. derin bir iç çekti marilyn. suya girmesi gerekti. sırtındaki kendisi kaybetmeye başlamıştı rengini yavaştan. sudan korkan ama su olmadan da yaşayamayan bir su kaplumbağasıydı marilyn. evet. tam olarak böyle. diyerekten de tırsak tırsak, öflek pöflek seğirtmeye başladı arkadaşlarının yanına.

Thursday, May 7, 2009

Melissa Etheridge- Refugee


Melissa Etheridge- Refugee

we got some thin’ we both know it
we don’t talk too much about it
ain’t no real big secret, all the same
somehow we get around it

listen, it don’t really matter to me
baby, you believe what you wanna believe
you see, you don’t have to live like a refugee

somewhere, somehow, somebody must have
kicked you around some
tell me why you wanna lay there
revel in your abandon

honey, it don’t make no difference to me
baby, everybody’s had to fight to be free
you see, you don’t have to live like a refugee
no baby, you don’t have to live like a refugee

baby, we ain’t the first
i’m sure a lot of other lovers been burned
right now this ain’t real to you
it’s one of those things you got to feel to be true

somewhere, somehow, somebody must have
kicked you around some
who knows, maybe you were kidnapped,
tied-up, taken away, and held for ransom

honey, it don’t really matter to me
baby, everybody’s ha d to fight to be free
you see, you don’t have to live like a refugee
no, you don’t have to live like a refugee
baby, you don’t have to live like a refugee

Monday, May 4, 2009

efendime söyliyim


birkaç gündür su içerken bardağıma bir yaprak taze nane yaprağı atıyorum. hoş bir tat verdiği gibi, ne üdüğüü şimdi anımsamadığım bir işe yarıyormuş (yani, doğrusu, annem bişeyler dedi ama dinlemedim). uyumadan önce de zencefil çayı içiyorum üzerime afiyet, masamdan kutusunu eksik etmediğim birkaç cevizi de ihmal etmiyorum. ov lalla tanrım ne kaddar sağlıklıyım ayolll,,,

yoruluyorum sevgili günlük, hayat her şeyi ya çifter çifter verir ya da hiç vermez ya her zaman da hep seç der ya bana, ben de hep yanlış olanı seçerim ya,, işte tam da o haldeyim bu aralar. neyi seçsem eminim ki öteki olacak doğru seçim.

bu gece yazasım yok özetle. böyle tuhaf bir sükun halindeyim. umut ediyorum yine. neyiyse neyi.