durmadan koşuyordu. durmadan ama. durmaksızın ve durmadan. arada bir nefesi kesiliyor, biraz soluklanmak için duruyor, o sırada gelen var mı diye kartal mavisi gözlerini arkasında gezdiriyor, yoldan geçen köpeklerin, kedilerin dahi gözlerinde ar-niyet arıyor ve yine koşmaya devam ediyordu. bitimsiz bir sabahın nihayetine kadar koşacaktı. dumaksızın koşmak demekse de bu, razıydı buna. doğrusu bu ya, koşmaktan haz alırdı. ardında biri var ya da yok ama o çokça var sanırdı, hem de çokçası.
sürekli ardında birşeyler bıraktığını düşünüyor. rüyasında sürekli yetişemeyeceği kadar uzakta durmaksızın intihar eden bir çocuğu görüyor, ve sırf birilerine hallerini hatırlarını sormak için onu kurtarmaya gitmiyor. her seferinde böyle bu. bir keresinde deniz kıyısında bir seferinde bir platonun uçurumunda bir keresinde bir eski otomobillerden oluşan dağda bir seferinde karlı bir gece vaktinde donmuş denizin üzerinden bir balıkçı deliğine, bir seferinde bir deniz fenerinin üzerine.. her seferinde atlıyor çocuk. ve her seferinde de bir bakış atıp öyle atlıyor. ölümümün sorumlusu sensin!
ilk rüyasında yalnızdı. atlayanın ise yanında bir sürü birileri vardı. bir tepedeydi bizimki. bir adalar kümesinde beriki. sonra ne olduysa bir bakış attı ona doğru, ki fark edilmesi imkansızdı, ve atladı. ter içinde kalıyor hala, bugün bile. aradan yıllar geçti.
ikinci rüyasında bir uçurumun iki yakasındaydılar. bizimkinin evinin çevresinde çevre çevre çitler. bacası tütüyor, yemeğe bekliyorlar hatta onu. geliyorum diye seslendikten sonra eve, uçuruma doğru koşuyor. arada köprü yok, hiç de düşünülmemiş köprü yapmak. gidiyor, tam karşıyı göreceği anda yine aynı çocuğun siluetini görüyor. hava alacakaranlık. gece basmak üzere. hey diye seslenecek oluyor, içinden. o esnada ruhunun en içine dikilen bir çift gözle karşılaşıyor. karanlıktan da karanlık bir çift göz. boğazına takılıyor ses. hatta daha da derine: iki göğsünün arasına. o sırada kulübesinden bir ses geliyor yine, geriye dönüp eve bakıyor ve o birkaç saniye içinde atlayan çocuğun havada kalan saçlarını görüyor. gidip bakmak aklına gelmiyor, yalnızca yayılan ölüm korkusuyla irkiliyor ve eve geri kaçıyor.
bencilliğine dair en ufak bir pişmanlık belirtisi dahi yok!
üçüncü rüyasında kendini bir garfield olarak görüyor. çöp sanılan şehrin belediye sarayında yaşamakta. arkadaşlarıyla takılıyor bir süre, gözü açık hava sarayının en ucuna, en ucundaki otomobil dağına takılıyor. orada bir köpek. bej renginde. yere doğru bakıyor. yanına koşuyor bizimki ama hantal. koşamıyor. yanından geçiyor bir çiftin. kötü hissettiklerini söylüyorlar ehuehue diye konuşmaya başlıyor bizimki. ama gözü hep ondan başka hiçkimsenin görmediği dağda, dağın üzerinde atlamak üzere aşağya bakanda. ehue sonrasında koşmaya niyetlense de dağın tarafına doğru değil, ehue yaptıklarıyla, farklı ama paralel bir yola koyuluyor. gözü hep onda. biliyor, tanıyor ki bu sefer, ona bakmadan atlamayacak. dakik davranarak bakışını yakalamayacağının planlarını kuruyor. fakat yeni biriyle konuşmaya başlıyor bu sefer. o sırada dağılıyor dikkati yine, gözlerindeki zifiri karanlıktan birlikte aşağı düşüyorlar.
uyandığında hissetmiyor yaşamı. karanlık dipsiz bir kuyuda dibe vuracağı anın beklentisi ve gittikçe artan düşüş hızının getireceği vahşet ölümünün neden arayışında..
suçluluk hissediyor.
dördüncü rüyasında eternal sunshine of a spotless mind'ı izlemişti öncesinde. saçma gelmişti. hayatında silmek istediği an oldu mu diye düşünmüş, anılarına da eski sevgililerine de, sevgilerine de hala tutkuyla bağlı olduğunu fark etmişti. saçma bir filmdi, böyle hissetmişti. rüyasında ise buzdan bir gölün üzerinde kayıyordu. küçücüktü. annesinin saçına iki yandan kuyruk yapıp beyaz ponpon taktığı sarı lüle lüle saçlı zamanları. kırmızı eteği, kırmızılı beyazlı kazağı. bu takımı papatya tarlalarında koştuğunu anımsadığı bir gün giydirmişti annesi. ayağında kırmızı rugan ayakkabılarla koşuyordu buz pistinde. bir papatyaları bir buzu bir çimleri bir buzun altındaki balıkları görüyordu. oldu olası hareket eden canlıları izlemeyi severdi, durdu balıkları izlemeye koyuldu. kocaman somonlar. buzun üzerindeki karı temizledi biraz, daha iyi görmek için. ve o anda mavi, şişmiş bir suratla karşılaştı. göz çukurlarında sadece derin bir karanlık. geri çekildi aniden. karanlık basmak üzereydi. o anda karşısında beline kadar suya batmış o siluetle karşılaştı. henüz suya dalmamış belden aşağısı buzun üzerinde, bizimkinin karşısında tepetaklak, yarım, kocaman somonların arasında belden yukarısı, birbirine girmiş suratı, şişmiş, mor, yarım.
terler içinde uyandı. üzerinde düşünmedi.
beşinci rüyasında yeni kurulan bir şehirde. bir liman kenti. fethiye'ymiş önceden. fakat artık ne deniz, ne ağaç, ne de kum kumsal var. beton döküyorlar. felaket bir iş makinesi gürültüsü. denizin içine beton döküyorlar. siyah camları olan bir odadaymış bizimki.dışarısı bembeyaz görünüyor. içinde sıkıntı. karanlık basıyor yine. ileride deniz feneri var. ufukta. ışığının ritmine hayran. bir sarkaç gibi olmasına, bitimsizliğine hayran. o karanlık odadan sürekli deniz fenerini izliyor akşamları. iş makinlerine durmalarını söylemiyor. bir an önce bitirsinler. kum, ağaç, yeşil görmek istemiyor. beyaz olmalı her yer. deniz bile! derken ışığın üzerinde karanlık silueti görüyor yine. gökyüzü lacivert, siluet siyah. hiç telaşlanmadan odadan çıkıyor yine kollarını birbirine kenetlemiş gidiyor siluete doğru. o sırada yine birileriyel karşılaşıp dinlemeye başlıyor. emin. siluet de kendisi de. yine atlayacak. bu onun kaderi. o atyacak bizimki izleyecek. bakıyor yine, göz-göz-e geliyorlar, karanlık yine aynıkaranlık. yüzlerinde bıkkınlık. atlayacak, izleyecek. gelmek istese de gelemeyecek. gelsin istese de beklemeyecek. ellerini kavuşturmuş bakıyor dik dik. atlamıyor. bakıyor hala. atlamalıydı. atlamıyor. derken gidiyor yanındakiler. çaresi yok gidecek yanına. yürümeye başlıyor. yürüdükçe uzaklaşıyor yol. yüksekten aşağı inmeli sonra tekrar çıkmalı. kuyular, tarlalar, bitkiler, yeni ekilmiş marullar var. hepsini o yaptı. bütün şehri deniz fenerine ulaşmamak üzerine kurdu. dolambaçlı yollardan geçiyor. tarlaya gidiyor, çalışanlara hallerini soruyor iyi deyip işlerine dönüyorlar. bakıyor. çift bakış hala orada. bekliyor. dönüyor, duruyor, duruyor, dönüyor. yaklaşıyor sonunda ki siluet netleşir gibi oluyor. o esnada iki göğsünün arasına tıkılan bütün sesler hep birlikte çıkıyorlar bedeninden. sağır edici bir çığlık. bir böğürtü. bir nara. bir geğirti. bir müzik. bir düş. hepsi ve hiçbiri. her seferinde diğeri.
kolunu kaldırıp eliyle bir işaret yaparken buluyor kendini o anda ve sahne birdenbire değişiyor: annesinin çok sevdiği bir cam biblo. el yapımı. masanın üzerinde. kulaklarında karşıya yapılan ev için kopan iş makinaları kıyameti, üzerinde kırmızı etek, kırmızı beyaz kazak, beyaz ponponlar, masanın üzerinde iki adet somon balığı, babasının annesine yeni aldığı arabanın anahtarları. annesi mutfakta söyleniyor. yemeğe geç kalmış o akşam. saati varmış yemeğin. kızgın. ona söz hakkı tanınmaması en katlanamadığı şeydir hayatında, o zaman bile. elinin hareketi annesinin en sevdiği vazoyu yere deviriyor o anda. vazonun düşerken sadece dibini ve yere düştüğünde ayağına çarpan parçasını görüyor, o kadar.
pişmanlık yok. suçluluk var.