kim derdi ki bir gün gelecek Sistem Yayıncılık Doğan Cüceloğlu metinleri kabilinde sunumlar hazırlayacak ve bundan da inanamayacağım ölçüde keyif alacağım. aşşağıdaki "unbelievable" davranışçı çözümler gerçekten işe yaramaktadırlar efendim,, sevgilim lacanımın kulaklarıı çınlasınnn
(eznot: insan ne oldum dememeli ne olabilirim diye düşünmeli,, ya yaaa:)
Review you strengths and achievements.
Make a list of the things you are good at. It can be anything from knowing how to hook up a stereo system or playing basketball to being a good speller. We have all struggled to learn something and we have all accomplished something, big or small. Make a list of your achievements and think of ways you can use and develop your strengths and skills in other situations.
Stop comparing yourself to others.
If you are focusing on people you think are "better" than you, it will only set you up for more negative thoughts and even lower self-esteem. No one is perfect. On the other hand, by noting the characteristics or behaviors of people you admire, you can try to develop those same characteristics in yourself.
Don't be a doormat:
Learn how to say No. You don't have to say yes to everything people ask of you. Start to develop boundaries and accept that it is perfectly OK to say no. If you don't acknowledge your needs and desires, no one else will. It leaves the door open for people to take advantage of you. If you can learn to say no sometimes, you are telling yourself you have value.
Lean how to accept compliments:
It's great to receive compliments. Accept them graciously. Just say thank you and smile. If you dismiss compliments or ignore them, you are giving the message that you are not worthy of them. In the future people may be less likely to compliment you if they think you are just going to brush them off.
Associate with positive people.
Being around people who are positive and supportive will help you feel better about yourself. If you surround yourself with negative people, they may influence your own attitude or put you or your ideas down. Find time for your friends. Stay in touch, whether by phone or e-mail. Having a network of positive, supportive friends can be a great source of support.
Celebrate your own special qualities.
Make a list of qualities that you like about yourself, such as having a sense of humor, being a thoughtful person, having patience, being good with kids, etc. If you are having a hard time with your list, ask some close friends. You may be surprised with what they come up with. When you are having a bad day and feeling down, bring out this list and reaffirm yourself.
Stay Active
Exercise gets those endorphins flowing and helps promote a more positive attitude. Besides, when you look good and feel healthy, you feel more positive about yourself. You don't have to go to the gym if it is not your thing. There are lots of fun activities you can do to stay fit or active. Try walking your dog, going swimming, or any other activity you enjoy.
Take care of your physical appearance.
This does not mean to obsess about your looks! Wear something you like and that you know looks good on you. Get a haircut. Stand tall. It is amazing how your posture can reflect on the way you feel. When you slump and shuffle along, you tend to feel the way you look. When you stand straight and walk with confidence, this gives you an immediate boost. Try it and see!
Distance yourself from people who are negative or overly critical.
Or resolve not to let them bother you. Some people see the glass as half empty. Try to turn off those critical voices in your head putting out all that negative energy—that includes yours, too. It is hard to develop self esteem when you keep putting yourself down. Everyone makes mistakes. Try to learn from them rather than keep punishing yourself for them.
Try to do nice things for other people
(This doesn't mean you can't say "no" sometimes when people ask you for a favor). When you do something nice for someone, it makes you feel good, and that helps increase your self-worth and self-esteem.
Saturday, January 31, 2009
sızı
yaşamaya çalışıyoruz her birimiz. kendimiz ya da başkası olarak. ara vererek bazen, bazen de durmaksızın,, düşünmeksizin, hızla..
o yaşamaklar arasında bazı şeyler kayıyor elinizden, zihninizden fark etmeksizin,, bazı şeylerse kaydıklarını duyuruyorlar çığlıklarla. ya da o kadar önemli ki o şeylerin kayıyor ya da duruyor olmaları sizin için, kayıyor oluşlarını, kayarken haykırdıkları minik çığlıklarını duyuveriyorsunuz hemen.
toparlanıyorsunuz bir anda. önce çevrenize, sonra kayana, en son olarak da belki kendinize bakıyorsunuz. çevrenize baktığınızda sizi birbirinize bir zamanlar kenetlemiş olan sayısız olasılığın, sayısız yaşamak dileğinin artık değiştiğini, bambaşka bir iklimde bambaşka bir zaman diliminde olduğunu fark ediyorsunuz. kayana bakıyorsunuz çevredeki değişimden aldığınız hüsran ruhuyla, kayanın -tam da kaya olan kayanın değiştiğini görüyorsunuz. zaman geçmiş ve kaya da ufalanmıştır,, ya da öylesi sert bir iklimdedir ki artık kaya buzdağı halini almıştır..
insan kendine en son bakıyor, bakacaksa da. kendinden önce dışındakini fark ediyor, en dışından en içine gelene dek sıra sıra izliyor, seziyor değişimleri. kendini hep ama hep en sona bırakıyor..
ve bir an geliyor ki kendini kaymış, çoktan düşmüş de boşluk uçurumuna orada parçalanmış buluyor.. zaman değişmiş, mekan değişmiş, kayaya bakarken unufak olmuş..
o yaşamaklar arasında bazı şeyler kayıyor elinizden, zihninizden fark etmeksizin,, bazı şeylerse kaydıklarını duyuruyorlar çığlıklarla. ya da o kadar önemli ki o şeylerin kayıyor ya da duruyor olmaları sizin için, kayıyor oluşlarını, kayarken haykırdıkları minik çığlıklarını duyuveriyorsunuz hemen.
toparlanıyorsunuz bir anda. önce çevrenize, sonra kayana, en son olarak da belki kendinize bakıyorsunuz. çevrenize baktığınızda sizi birbirinize bir zamanlar kenetlemiş olan sayısız olasılığın, sayısız yaşamak dileğinin artık değiştiğini, bambaşka bir iklimde bambaşka bir zaman diliminde olduğunu fark ediyorsunuz. kayana bakıyorsunuz çevredeki değişimden aldığınız hüsran ruhuyla, kayanın -tam da kaya olan kayanın değiştiğini görüyorsunuz. zaman geçmiş ve kaya da ufalanmıştır,, ya da öylesi sert bir iklimdedir ki artık kaya buzdağı halini almıştır..
insan kendine en son bakıyor, bakacaksa da. kendinden önce dışındakini fark ediyor, en dışından en içine gelene dek sıra sıra izliyor, seziyor değişimleri. kendini hep ama hep en sona bırakıyor..
ve bir an geliyor ki kendini kaymış, çoktan düşmüş de boşluk uçurumuna orada parçalanmış buluyor.. zaman değişmiş, mekan değişmiş, kayaya bakarken unufak olmuş..
Wednesday, January 14, 2009
dizi dizi un-u-t-ul-ma-k

sağ tarafımda sıralanmış mezarlıkların önünden geçiyorum,,
kapı kapı mezarlıklar,, kırkbin çeşit malzemeyle çerçevelenmiş dizi dizi ölümler..
sol yanımda yaşamı ölümden ayıran kale surları,,
kapı kapı evler,, kırkbin çeşit malzemeyle çerçevelenmiş dizi dizi yaşamlar..
bugün içimdeki parçaları yerinden oynatan, en azından oynatabilecek olan, bir yaşamak öyküsü dinledim; başka bir dilde, bu yüzden iletişim kurma arzusu dilden gözlere, sözlere, ses tonuna, jestlere, mimiklere kaymış, yerleşmiş halde..
yaşamda ya da ölümde kırkbin çeşit malzeme ile değerli olmaya çalışıyor insan, dizi dizi unutarak bile olsa unutulmamaya,, sonsuz kez yaşamaya ve yaşarken göz önünde olmaya,, hayata tutunmuş kalmaya, tutunmaya,, tutunacak dal olarak tutunmaya bazen, ama tutunmaya..
*Fotoğraf Toni Frisell'e aittir.
Tuesday, January 13, 2009
life!
Sunday, January 11, 2009
buzdolabındaki etler
geçen haftaki seminerden beri aklımdan çıkmayan bir "rahatsızlık" var "midemde".
rüyalardan birinde buzdolabındaki köfteden bahsetmiştik, bir agresyon göstergesi olarak. sonra nasılsa mezarlık ziyaretlerine ve dönüşte delicesine yemek yemeye gelmişti konu. ertesinde v. yemek yiyeyemekten muzdarip olmaya başlamıştı yine, ki bu depresyonda olduğumuzda verdiğimiz en aşikar, ortak belirtidir...
neyse, işte kurban bayramından beri eve pek uğramak istemiyor-d-um ve hatta eve tok gelmeye çalışıyor-d-um, nedensiz (!). buzdolabı kurban bayramı ertesi olduğundan annemin ve annesinin gönderdiği etlerle dolu ve buzdolabı mevzusu açıldığı anda kendi dolabımız geldi aklıma,, kırmızı ete dokunamamam, et kokusundan ve şimdi de etle dolu buzdolabımızdan tiksinmem.. et (yemek) ve agresyon arasında tahminimden daha derinlikli bağlar var sanırım..
rüyalardan birinde buzdolabındaki köfteden bahsetmiştik, bir agresyon göstergesi olarak. sonra nasılsa mezarlık ziyaretlerine ve dönüşte delicesine yemek yemeye gelmişti konu. ertesinde v. yemek yiyeyemekten muzdarip olmaya başlamıştı yine, ki bu depresyonda olduğumuzda verdiğimiz en aşikar, ortak belirtidir...
neyse, işte kurban bayramından beri eve pek uğramak istemiyor-d-um ve hatta eve tok gelmeye çalışıyor-d-um, nedensiz (!). buzdolabı kurban bayramı ertesi olduğundan annemin ve annesinin gönderdiği etlerle dolu ve buzdolabı mevzusu açıldığı anda kendi dolabımız geldi aklıma,, kırmızı ete dokunamamam, et kokusundan ve şimdi de etle dolu buzdolabımızdan tiksinmem.. et (yemek) ve agresyon arasında tahminimden daha derinlikli bağlar var sanırım..
The Curious Case of Benjamin Button

Filmin başında ölmek üzere olan Daisy, bir öyküden bahseder. Doğuştan kör olan bir saat ustasının oğlu savaşa gitmiş ve orada vefat etmiştir. Yakın zamanda ondan çok büyük bir gar için çok büyük bir saat yapmasını isterler ve o da uzun süreli çalışmasının ardından saati tamamlar. Büyük açılış gününde, saatin üzerindeki perde de törenle indirilir ve izleyiciler saatin ters çalıştığını görür, şoke olurlar. Şöyle açıklar tersine işleyen saatin nedenini saat ustası: bu saati zamanı tersine çevirebilmesi umuduyla böyle aptım, belki bu şekilde savaşta ölen çocuklarımız geri gelirler!
Ve aynı yıl 80 yaş beden durumuyla, kahramanımız Benjamin Button doğar!
Yönetmeni David Fincher ve 1922 tarihli F. Scott Fitzgerald tarafından yazılmış bir kısa öyküden uyarlanmış. I. Dünya Savaşı, Pearl Harbor vs. fonda veriliyor. Yalnız o dönemdeki siyah-beyaz gerginliğinin siyah bir kadına anne diyen benjamin'de hiç etki yaratmıyor olması biraz "hımm, neyse" etkisi yaratıyor.

brad pitt'i hiçbir zaman yakışıklı, seksi vesaire olarak görmemiş, oynadığı filmleri bu özellikleriyle "götürdüğü" önyargısıyla kendisinden hep uzak durmuşumdur fakat jesse james'tan sonra önyargılarım tamamen yıkılmış, oscar moscar ne varsa hepsini götürmesi gerektiği kanaatine varmış durumdayım.


benjamin'i imdb'den öğrendiğim kadarıyla 4-5-6 kişi oynamış farklı yaşlarda, fakat pitt'in olan mimikler her yaşı, her yaştaki o yaşa ait olmayan ruhu harika bir şekilde yansıtıyordu. hele masanın altında daisy ile olan sahne muhteşemdi.
cate blanchet ise, oh my elf goddess, tek kelimeyle döktürmüş. balerin (belki de aslında daisy)oluşunun kırılganlığı ve zarafetini bütün filme yaymış. tüm filmde daisy'nin inceliği, güzelliği, bencilliği, fedakarlığı, kızıllığı, maviliği seziliyor,, an be an.
Queenie karakteri filmdeki en sevdiğim karakterdi. benjamin'in ölmemesinin sebebi de bence queenie'nin çocuğu olarak o muhteşem evde büyümesi :) içten, samimi, sıcak, cıvıl cıvıl, rengahenk.. çok iyi bir anne, ayrıntıları, bütünlüğü harikaydı, ki öldüğünde ağladım ben :(
kaptan mike'ın dövmeleri müthişti,,, sanat eserleri de.. filme eklemlenişi, yeniden anımsanması, hepsi zekice ve incelikliydi..
Benjamin'in uzaklaşmak adına Hindistan'a gitmesinden hiç ama hiç hoşlanmadım, "illaki Hollywood olduğunu göstereceksin di mi" diye söylendim hatta ama bu film hakkındaki yargımı değiştirmedi. "nothing lasts" diye bir replikle bitirelim bu yazıyı o halde :)
official website: http://www.benjaminbutton.com/
trailer için de: http://benjamin-button-trailer.blogspot.com/
Thursday, January 8, 2009
her özne'de öz-ölen bir imkansız: Psikanaliz

psikanaliz. nam-ı diğer ruh-çözümleme.
karmaşık sorunlar sözkonusu olduğunda, en basit sorudan başlamamız her zaman yararımıza olacaktır. psikanalizin ne olduğundan başlayalım biz de. freudçu jargonla konuşursak, psikanaliz bilinç, önbilinç ve bilinçdışı topografisinde, id-ego-süperego denkleminde konumlanmış öznenin yapılanışını çözümleyen bir ilim, tabiri caiz ise ruh ilmidir.
bu noktada freud'un esasında bir nörolog olduğunu, kendini altmetinde bir zihin biyoloğu olarak gördüğünü, ve en idealinde zihnin biyo-fizyo-kimyo-psiko yapısını tanım ve yorumlamak niyetinde olduğunu anımsamamız gerekir. yani son kertede psikanaliz bir "açıklayıcı" ilim olmak iddiası ile yola çıkmıştır.
aynı zamanda psikanaliz özünde, anglosakson geleneğin aksine, pörsümüş aydınlanma ideallerinin de etkisiyle, insanı insan yapan dürtüleri açıklama, tanımlama, yorulama arzusundadır, yani psikanaliz -aslında- terapi sırasında terapistin karşısında oturan ve ruhsal sorununa çözüm arayan sözgelimi ahmet ağa ile değil, kavram olan insanla, psişeyle ilgilenir ve işte bu ahmet ağadan ziyade psişe kavramıyla ilgilenme sorunu psikanalizin bu yazıda bahsedeceğim başlıca sorununu doğuran unsurdur -ki bu psikanalitik teori ve pratik arasındaki bitimsiz yarığın açılmaya başladığı noktadır.
freud'un birincil metinlerine baktığımızda, libidinal serbest bırakışın şiddetle olumlandığını görürüz. süperego neredeyse bir engel, aşılması gereken saçma kurallar bütünüdür ve aydınlanma, özgürleşme ancak bu kurallardan azad olma ile mümkündür. fakat sonraki metinlerde yavaş yavaş süperego'nun ego'nun bir düzenleyicisi olarak sunulmaya başlandığını fark ederiz. çelişik duygulanımlar içerisindeki ego, süperego'nun dayatısını "sosyal varlık" olabilmek için "kullanır". en nihayetinde şu motto ile karşılaşırız: uygarlık kısıtlamalardan doğar, uygar bir gelişim için süblimleşme (formundaki kısıtlanma) gerekli ve nihaidir! dolayısıyla her insan nevrotiktir, ama bazıları daha çok nevrotiktir! bunu söylediği anda psikanaliz kendini yalanlamış, olumsuzlamış olmuyor mu? bu sorunun soru şeklindeki cevabı psikanalitik pratik'te kendini açık eder.
terapistin karşısında süpergonun baskın şekilde işlediği bir nevrotik hayal edelim öncelikle. bu kişi hayatını olmak istediği gibi, yapmak istediği kadar yaşayamamaktan şikayetçidir. id neredeyse görünmez haldedir, libido neredeyse tamamen süblimleşmiş haldedir,, ama bir şeyler eksiktir (ya da fazla). bu noktada terapistin yapacağı şey id'e yüklenmek olacaktır, süperego'yu "normal" konuma getirmek için uğraşacaktır. amiyane tabirle analizana hindistana yolculuk yapmasını önerecektir- ki bu geziyi yapacak olan ego'nun ta kendisidir.
diğer taraftan sonraki analizanın psikotik özellikler taşıdığını hayal edelim. bu kişi dünyanın ona uyum sağlamamasından şikayetçidir. süperego yoktur, neredeyse hiçtir, libido kendini haz boyutunda açığa vurmaktadır,, ama birşeyler fazladır (ya da eksik). bu noktada terapistin yapacağı şey süperego'ya yüklenmek olacaktır, id'i "normal" baskınlığa çekmek için uğraşacaktır. amiyane tabirle analizana sokaklarda çıplak gezmemesini önerecektir -ki bu geziyi yapmayacak olan egonun ta kendisidir.
her iki durumda da analist, analizanın bilinçdışına yoğunlaşacak ve bu materyali bilince getirmeye çalışacaktır. analistin nihai hedefi ego'yu değiştirmek, ego-psikologlarının savunduğu üzere, egoyu güçlendirmektir. ya da şöyle söyleyelim, analistin görevi bilinçdışını boşaltmak, böylece psişesi olmayan bir özne yaratmaktır. ya da yine şöyle söyleyelim analistin görevi analiz pratiğinin kendisini olumsuzlamaktır.
bu bağlamda diyebiliriz ki psikanaliz özünde kendini bireyde öldürmeyi amaçlayan bir eylemdir. yani bir uygarlık eleştirisi olarak ortaya çıkan psikanaliz, "iyileştirme" hülyasında kapılarak kendini olumsuzlamakta ve ölümünü hazırlamaktadır. Freud'un psikanalizi "imkansız bir meslek" olarak tanımlamasının özünde yatan neden de kanımca budur.
Sinead My Love

http://vtunnel.com/index.php/1010110A/d677f4171c417e654517e6a69e6d30381829972dfea290534bf959e621ef592992312d81c19cf62615105
ve elbette sözleri:
i'll remember it in dublin in a rainstorm and sitting in the long grass in summer keeping warm i'll remember it every restless night we were so young then we thought that everything we could possibly do was right then we moved stolen from our very eyes and i wondered where you went to tell me when did the light die you will rise you'll return the phoenix from the flame you will learn you will rise you'll return being what you are there is no other troy for you to burn and i never meant to hurt you i swear i didn't mean those things i said i never meant to do that to you next time i'll keep my hands to myself instead oh, does she love you what do you want to do? does she need you like i do? do you love her? is she good for you? does she hold you like i do? do you want me? should i leave? i know you're always telling me that you love me just sometimes i wonder if i should believe oh, i love you god, i love you i'd kill a dragon for you i'll die but i will rise and i will return the phoenix from the flame i have learned i will rise and you'll see me return being what i am there is no other troy for me to burn and you should've left the light on you should've left the light on then i wouldn't have tried and you'd never have known and i wouldn't have pulled you tighter no i wouldn't have pulled you close i wouldn't have screamed no i can't let you go and the door wasn't closed no i wouldn't have pulled you to me no i wouldn't have kissed your face you wouldn't have begged me to hold you if we hadn't been there in the first place ah but i know you wanted me to be there oh oh every look that you threw told me so but you should've left the light on you should've left the light on and the flames burned away but you're still spitting fire make no difference what you say you're still a liar you're still a liar you're still a lawyer...
yıllar önce nedensiz bir "hasret" ile söylediğim bu sözler nasıl oluyor da bugün beni sarıyor çepeçevre,, bilemiyorum..
Wednesday, January 7, 2009
activizing the passivity
bugün. uzun zaman önce, ki tahminen 2003 eylül'üne denk gelmektedir bu uzun sürenin başladığı tarih, üzerime yapışan pasif agresif tutumdan tamamen içimden gelerek, an be an ikiye, üçe, belki beşe bölünerek KURTULDUM. mutluyum. huzurluyum. garip bir haz duyuyorum. hatta bulutlarda dolaşasım olduğu böyle söylenebilir.
kısa geçeceğim: bugün ben çöp atmak, ekmek almak ve eczaneden ilaç almak maksadıyla dışarı çıktığım evimden, elimde nüfus cüzdanı, sağlık karnesi olmaksızın sağlık ocağına gittim. saat 5e 10 vardı gittiğimde. Girer girmez dedim ki kısaca, bakın benim yanımda karne vs. yok fakat kimlik numaramı biliyorum, sigortalıyım da, ilaç almaya çıktım, yolda sigortalı olduğum aklıma geldi, bana reçete yazabilir misiniz, yazamasanız eczane kapanmadan gitmek isterim. kadın ta başından aldı, saat 5e 10 varmış, bu nasıl hastalıkmış, hasta insan 8de gelirmiş (sinir katsayım yükseliyorr tabi benim), nerdeymiş evim vırvır, sigorta yasası değişmişmiş, cüzdanı görmeden yazamazmış,, tam o sırada telefon çaldı, konuştu işte vır vır, kapattı, dedim yazamayacak mısınız, yine başladı işte beni muayene etmesi gerekirmiş, 5te çıkılırmış genelde ama muayene 5çeyrekte bitermiş,, ben de dedim o halde ben eczaneden alayım, (ama kadın tam bir boğaziçi hocası prototipi böyle 'istediğin bende canım, bennnde, ama önce biraz nazımı çekmen lazım, biraz yalakalanman lazım, biraz yalaman lazım, öyle alttan alta da değil, böyle alelelade şapır şupur.. attı tepem, atkımı bağlamaya başladım), ben iyi niyetle size yazacaktım reçete ama siz çok karşı niyet içerisindesiniz dedi,, hayır ben sadece sizin niyetinizle uyum içerisinde davranıyorum dedim,, özgürsünüz yani eczaneden ilacınızı eczaneden almaya dedi, ben de dedim evet hepimiz özgürüz, siz konumunuzu ben paramı kullanmaya!.. bakıyor böyle bön bön, iyi akşamlar dedim çıktım.
başta da dediğim gibi nasıl bir huzur, nasıl bir memnuniyet çöktü içime, tarif edemem, sanırsın, 6 yıldır üzerimde çökmüş ölü yaprağı çürüyüverdi, gelin ulan modundayım şu an, teker teker de değil, topunuz gelin şimdi kusacağım üzerinize; zevkle, şevkle!
kısa geçeceğim: bugün ben çöp atmak, ekmek almak ve eczaneden ilaç almak maksadıyla dışarı çıktığım evimden, elimde nüfus cüzdanı, sağlık karnesi olmaksızın sağlık ocağına gittim. saat 5e 10 vardı gittiğimde. Girer girmez dedim ki kısaca, bakın benim yanımda karne vs. yok fakat kimlik numaramı biliyorum, sigortalıyım da, ilaç almaya çıktım, yolda sigortalı olduğum aklıma geldi, bana reçete yazabilir misiniz, yazamasanız eczane kapanmadan gitmek isterim. kadın ta başından aldı, saat 5e 10 varmış, bu nasıl hastalıkmış, hasta insan 8de gelirmiş (sinir katsayım yükseliyorr tabi benim), nerdeymiş evim vırvır, sigorta yasası değişmişmiş, cüzdanı görmeden yazamazmış,, tam o sırada telefon çaldı, konuştu işte vır vır, kapattı, dedim yazamayacak mısınız, yine başladı işte beni muayene etmesi gerekirmiş, 5te çıkılırmış genelde ama muayene 5çeyrekte bitermiş,, ben de dedim o halde ben eczaneden alayım, (ama kadın tam bir boğaziçi hocası prototipi böyle 'istediğin bende canım, bennnde, ama önce biraz nazımı çekmen lazım, biraz yalakalanman lazım, biraz yalaman lazım, öyle alttan alta da değil, böyle alelelade şapır şupur.. attı tepem, atkımı bağlamaya başladım), ben iyi niyetle size yazacaktım reçete ama siz çok karşı niyet içerisindesiniz dedi,, hayır ben sadece sizin niyetinizle uyum içerisinde davranıyorum dedim,, özgürsünüz yani eczaneden ilacınızı eczaneden almaya dedi, ben de dedim evet hepimiz özgürüz, siz konumunuzu ben paramı kullanmaya!.. bakıyor böyle bön bön, iyi akşamlar dedim çıktım.
başta da dediğim gibi nasıl bir huzur, nasıl bir memnuniyet çöktü içime, tarif edemem, sanırsın, 6 yıldır üzerimde çökmüş ölü yaprağı çürüyüverdi, gelin ulan modundayım şu an, teker teker de değil, topunuz gelin şimdi kusacağım üzerinize; zevkle, şevkle!
ruya

26 k,
ruya şöyle:
"rüyamda bir tersanenin üzerindeki alçak bir tepedeyim. ufukta deniz mavi uzanıyor fakat oyanmış gibi, dümdüz, karanlık bir marine mavisi. ahmet'in sevdiğinden, bana yakıştırdığından (ahmet, sevgilisi). denizin kıyısında bembeyaz bir beton var, denize doğru uzanıyor, kumsal yerine. tersaneyi inşa ediyorlar sanırım sağ tarafta inşa makineleri filan var, buraya daha önce de gelmiştim, rüyamda, o zaman kumsal yerine toprak vardı burada ve çadırlar vardı, içimden tersaneyi bitirmek üzere olduklarını geçiriyorum. sonra sol tarafta uzakta bir adam görüyorum orta yüksek bir yerden aşağı atlamak üzere. intihar edecek. tanıyor gibiyim de tanımıyor gibiyim de. ince, orta boylu. çok yakın olduğumu düşünüyorum, ona gitmek istiyorum, tam koşmaya başlıyorum ki, çok dolambaçlı ona giden yol, ve bahçeler yapılmış küçük küçük fidanlar dikilmiş, oraları geçmem gerekiyor, bir çiftle karşılaşıyorum, içim çok sıkıntılı ama onlarla gülerek konuşuyorum hiçbirşey yokmuş gibi, ahmet çok kızacak yine diye geçiriyorum içimden (o kavgalı oldğumuzda başkalarıyla hiçibirşey olmamış gibi konuşabilmemden nefret eder) sonra onlarla konuşurken adam atlıyor, irkiliyorum, bir daha bakıyorum yeniden orda bir şansım daha var diye koşacak oluyorum dolambaçlara taılıyorum, yine intihar ediyor, bir kez daha aynı yerde belirior, tam yine gdecekken yine başkalarıyla karşılaşıyorum... uyanıyorum
ruya şöyle:
"rüyamda bir tersanenin üzerindeki alçak bir tepedeyim. ufukta deniz mavi uzanıyor fakat oyanmış gibi, dümdüz, karanlık bir marine mavisi. ahmet'in sevdiğinden, bana yakıştırdığından (ahmet, sevgilisi). denizin kıyısında bembeyaz bir beton var, denize doğru uzanıyor, kumsal yerine. tersaneyi inşa ediyorlar sanırım sağ tarafta inşa makineleri filan var, buraya daha önce de gelmiştim, rüyamda, o zaman kumsal yerine toprak vardı burada ve çadırlar vardı, içimden tersaneyi bitirmek üzere olduklarını geçiriyorum. sonra sol tarafta uzakta bir adam görüyorum orta yüksek bir yerden aşağı atlamak üzere. intihar edecek. tanıyor gibiyim de tanımıyor gibiyim de. ince, orta boylu. çok yakın olduğumu düşünüyorum, ona gitmek istiyorum, tam koşmaya başlıyorum ki, çok dolambaçlı ona giden yol, ve bahçeler yapılmış küçük küçük fidanlar dikilmiş, oraları geçmem gerekiyor, bir çiftle karşılaşıyorum, içim çok sıkıntılı ama onlarla gülerek konuşuyorum hiçbirşey yokmuş gibi, ahmet çok kızacak yine diye geçiriyorum içimden (o kavgalı oldğumuzda başkalarıyla hiçibirşey olmamış gibi konuşabilmemden nefret eder) sonra onlarla konuşurken adam atlıyor, irkiliyorum, bir daha bakıyorum yeniden orda bir şansım daha var diye koşacak oluyorum dolambaçlara taılıyorum, yine intihar ediyor, bir kez daha aynı yerde belirior, tam yine gdecekken yine başkalarıyla karşılaşıyorum... uyanıyorum
Tuesday, January 6, 2009
Kırmızı

uzun, karanlık bir gecenin tam ortasında sokağa çıkmaya karar vermiştik. dışarıdan aralıksız çığlık sesleri geliyordu ve sokağa bakan penceremize kan sıçramış, camı boydan boya kırmızıya boyamıştı. mösyö fenikel'in camdaki biraz büyükçe lekeye canı sıkılmıştı epey, "kalk nazile" dedi bana, "gidip şu camın yenisini alalım."
derken bir çırpıda hazırlandık. üzerimizde ne varsa çıkardık ve neşeyle dışarı çıktık. çığlık sesleri artarak yaklaşıyordu. fenikel ile yaklaşarak mı arttığı yoksa, yaklaştığından mı arttığı konusunda kısa bir tartışmaya giriştik, fakat boğazımızı kurutan kısalık fenikel'in yüzüne sıçrayan kan ile uzun süreli ir bölünmeye uğradı.
"kan" dedi fenikel, "asıl gerçeğimizdir bizim." ve o anda, ne kadar medeni olduğu ile, görgü kurallarının sıkıcı gerekleri çerçevesinde şekillenmiş kaba yaşantısına rağmen taşıdığı gerçek ruh ile karşılaştım!
bu mutluluğu başka bir şey ile değişemezdim. havalarda uçmak, bütün bulutları parçalamak, sınırsız bir mavilikte kırızıya bulanmak isterdim. o sırada dingin bir çığlık daha duyduk ve fenikelin yüzünde ifadesiz bir mutluluk belirdi. "geliyorlar" dedi, "haydi üzerimizi örtüp, yeni bir sabah olalım!"
derken bir çığlık attı ve yere yığıldı. onlar bana doğru yürürlerken kırmızının tonlarını ruhuma işlemekteydim..
**Resim Karen Dupré'nin My Fair Lady III adlı tablosuna aittir.
Subscribe to:
Posts (Atom)