
Thursday, July 30, 2009
yalnız ölü: gulliver
yalnızlık kelimelerini yanyana dizmeye başladığınızda, elinizde koskoca bir yalnız kalabalık kalır. siz azaldıkça çoğalan yalnızlık bir piyano tuşunda, bir keman tınısında, bir vokal hecesinde saklı olabilir ve siz saplantılı bir biçimde ruh kalabalığınızın senfonisini dinlerken müziğe saklanmış cesetleri ruhunuzda taşıdığınızı, her gözlerinizi huzura kapadığınızda ruhunuzu içkaosunuzun karanlığına ittiğinizi fark etmezsiniz.. nedensiz yere sizi etkileyen, ki belki size huzur veren o tınıda hiç var olmayan bir yanınızın ölüsü de uzanıyor olabilir. olamamış olmanın, olamamanın, olamayışın oldurma telaşlarında yitmenin resmidir belki o tını, belki de acınızın süreğenliğinin timsali.. her zaman yanınızda, yanıbaşınızda,, bir incelik formu olarak, bir ruh kırıntısı olarak, asla hayır diyemeyeceğiniz bir farkındalık ve asla olumlamayacağınız bir aldırmazlık olarak.. orada. sizin için. size rağmen ve elbette sizinle birlikte.
size rağmen sizin için sizinle birlikte olan ölüler vardır. ruhovanızın tam ortasında gulliver misali uzanmaktadır bunlar. tek değişen algınızdır. bazen cücesinizdir bazen de dev. ölü her zaman aynı ölüdür. gulliver her zaman aynı gulliver. siz tutunmaya çalıştıkça gerçekliğe, kapadıkça ruhovanızı kimse görmesin saklı ölülerinizi için, cüceleşir ruhevreniniz. gulliver oradadadır. siz açtıkça kendinizi, kimsenin ölülerinizi görmeyeceğinin halüsinatif hezeyanına kapıldıkça, devleşir gerçekliğiniz. gulliver yine oradadır. yine aynı şarkıları, ağına takılan kelebekleri, sindire sindire yiyen örümcekler misali ağına çekmektedir. kelebekler ölüleri de birikmeye başlar siz evreninizi açtıkça. siz yaşadıkça, siz hana yolcu aldıkça, siz kahve sundukça, siz çay demledikçe, siz lafladıkça, konuştukça, döküldükçe, boşaldıkça ölü kelebekler çoğalacaktır. fakat kelebekler ölmesin için kapadıkça sıkı sıkıya kapılarınızı içerdeki ölüler de güzel evreninizi kokutacaktır.
titiz bir insan olarak siz, hayatınız paramparça olmuş olsa bile, hala temizsinizdir. özene bezene tozunu alırsınız hayatınıza giren her nösnenin. ölüyü kaldırır, altındaki tozu temizler yine aynı yere bırakırsınız. her nösne sizin için ayrı ayrı ve birlikte önemlidir. sandığın biri babanneneizden kalmıştır, ağırabi bir tespih artık gay olan bir arkadaşınızdan, birkaç yazı kırıntısı eski bir dostluktan, hepsinin yeri ayrıdır. hepsi de iyi ki vardır. fakat her daim deniz misali kokmalıdır evreniniz. anne kokusu olmadan uyuamayan bebekler misali siz de deniz olmadan, deniz kokmadan, anne olmadan anne kokmadan yaşayamazsınız. işte tam da bu yüzden her nevi beden pisliğine olduğu kadar denizevreninizi kirleten beden kokusuna da tahammülünüz yoktur; hele bir ölü beden kokusuna, asla! o anda bir arzu çakar ruhunuza, gulliveri titreten:
ölülere tahammül edemeyen bir insan, nasıl canlı kalabilir?
fonda olafur arnalds, eulogy for evolution p.5
size rağmen sizin için sizinle birlikte olan ölüler vardır. ruhovanızın tam ortasında gulliver misali uzanmaktadır bunlar. tek değişen algınızdır. bazen cücesinizdir bazen de dev. ölü her zaman aynı ölüdür. gulliver her zaman aynı gulliver. siz tutunmaya çalıştıkça gerçekliğe, kapadıkça ruhovanızı kimse görmesin saklı ölülerinizi için, cüceleşir ruhevreniniz. gulliver oradadadır. siz açtıkça kendinizi, kimsenin ölülerinizi görmeyeceğinin halüsinatif hezeyanına kapıldıkça, devleşir gerçekliğiniz. gulliver yine oradadır. yine aynı şarkıları, ağına takılan kelebekleri, sindire sindire yiyen örümcekler misali ağına çekmektedir. kelebekler ölüleri de birikmeye başlar siz evreninizi açtıkça. siz yaşadıkça, siz hana yolcu aldıkça, siz kahve sundukça, siz çay demledikçe, siz lafladıkça, konuştukça, döküldükçe, boşaldıkça ölü kelebekler çoğalacaktır. fakat kelebekler ölmesin için kapadıkça sıkı sıkıya kapılarınızı içerdeki ölüler de güzel evreninizi kokutacaktır.
titiz bir insan olarak siz, hayatınız paramparça olmuş olsa bile, hala temizsinizdir. özene bezene tozunu alırsınız hayatınıza giren her nösnenin. ölüyü kaldırır, altındaki tozu temizler yine aynı yere bırakırsınız. her nösne sizin için ayrı ayrı ve birlikte önemlidir. sandığın biri babanneneizden kalmıştır, ağırabi bir tespih artık gay olan bir arkadaşınızdan, birkaç yazı kırıntısı eski bir dostluktan, hepsinin yeri ayrıdır. hepsi de iyi ki vardır. fakat her daim deniz misali kokmalıdır evreniniz. anne kokusu olmadan uyuamayan bebekler misali siz de deniz olmadan, deniz kokmadan, anne olmadan anne kokmadan yaşayamazsınız. işte tam da bu yüzden her nevi beden pisliğine olduğu kadar denizevreninizi kirleten beden kokusuna da tahammülünüz yoktur; hele bir ölü beden kokusuna, asla! o anda bir arzu çakar ruhunuza, gulliveri titreten:
ölülere tahammül edemeyen bir insan, nasıl canlı kalabilir?
fonda olafur arnalds, eulogy for evolution p.5
Tuesday, July 28, 2009
günbeti
tam da gördüğüm uyanık rüyanın üzerine bunları yazmam ne kadar manidardır, tartışmak istemiyorum..
değişiyorum. zaman zaman hamile olduğumu düşünüyorum. içimde onlarca çocuk gözü hissediyorum. böyle mi olmalıyım, böyle mi olunmalı. hayır asla ve asla tanıştığım onlarcası gibi birisi olmayacağım. asla ve asla. gözümdeki ışık sönmeyecek asla. geçen gün a ile aramızda hafif limoni havanın estiği bir sırada müdavimlerimizden biri "bugün gülmüyorsunuz? bir sorun mu var yoksa?" diye sordu kocaman açarak gözlerini. kendimi toparlayıp cevap vermem arasındaki birkaç saniyede ne denli ince bir bıçak sırtında yürüdüğümü farkettim.
o kadar inceler ki, o kadar kırılgan.. bugün benim için epey yoğun bir gündü, trajedi demekte hiç zorlanmayacağım bir yaşamak haliydi dinlediğim. uzanıp sarılmak istedim masanın diğer tarafına,, doluyor gözleri, kaçırıyor, aslında diyor aslında hiç de önemsemedim, aslında diyor ben sadece kendimi düşünürüm, aslında.. tolstoyun sözü geliyor aklıma o an, "insanlara iyi gelmenin yegane yolu, onları anlamamaktır."
yine onu anlamayacağım bir seans üzerine sözleşiyoruz. anlarsam, anlayışlanırsam biliyorum ki tamamen aynı şeyi yapardım onunla. ama ne yazık ki anlamıyorum. ve Kırmızı'da yargıcın söylediği gibi ne yazık ki onun yerinde değilim. anlamamak zorundayım. simgeselde durmak zorundayım. onu kendime çekmek zorundayım. onu bana kendini anlatmak zorunda kılmalıyım. anlayacağımı ummansını, anladığımı sezmesini ama anlamadığımı düşünmesini sağlamak zorundayım. böyle olmak zorundayım. masanın bu tarafında durmak ve ona, onu anlamayarak hayatın bir izdüşümünü sunmak durumundayım. hayattan daha adil, hayattan daha samimi; hayat kadar acımasız ve hayat kadar adi.
**Resim Hopper'a ait..

*
değişiyorum. zaman zaman hamile olduğumu düşünüyorum. içimde onlarca çocuk gözü hissediyorum. böyle mi olmalıyım, böyle mi olunmalı. hayır asla ve asla tanıştığım onlarcası gibi birisi olmayacağım. asla ve asla. gözümdeki ışık sönmeyecek asla. geçen gün a ile aramızda hafif limoni havanın estiği bir sırada müdavimlerimizden biri "bugün gülmüyorsunuz? bir sorun mu var yoksa?" diye sordu kocaman açarak gözlerini. kendimi toparlayıp cevap vermem arasındaki birkaç saniyede ne denli ince bir bıçak sırtında yürüdüğümü farkettim.
o kadar inceler ki, o kadar kırılgan.. bugün benim için epey yoğun bir gündü, trajedi demekte hiç zorlanmayacağım bir yaşamak haliydi dinlediğim. uzanıp sarılmak istedim masanın diğer tarafına,, doluyor gözleri, kaçırıyor, aslında diyor aslında hiç de önemsemedim, aslında diyor ben sadece kendimi düşünürüm, aslında.. tolstoyun sözü geliyor aklıma o an, "insanlara iyi gelmenin yegane yolu, onları anlamamaktır."
yine onu anlamayacağım bir seans üzerine sözleşiyoruz. anlarsam, anlayışlanırsam biliyorum ki tamamen aynı şeyi yapardım onunla. ama ne yazık ki anlamıyorum. ve Kırmızı'da yargıcın söylediği gibi ne yazık ki onun yerinde değilim. anlamamak zorundayım. simgeselde durmak zorundayım. onu kendime çekmek zorundayım. onu bana kendini anlatmak zorunda kılmalıyım. anlayacağımı ummansını, anladığımı sezmesini ama anlamadığımı düşünmesini sağlamak zorundayım. böyle olmak zorundayım. masanın bu tarafında durmak ve ona, onu anlamayarak hayatın bir izdüşümünü sunmak durumundayım. hayattan daha adil, hayattan daha samimi; hayat kadar acımasız ve hayat kadar adi.
**Resim Hopper'a ait..

*
the one who bringS sorrow to each of the beloved ones
ortalama dört saattir ölü gibi yatıyor-d-um. fonda la mamma morta. ölü olmayı istedim defalarca. zaman dursun istedim. durdu da hatta akan yegane zaman la mamma mortaydı, ölür gibi. bulut oldu arya ben üzerinde. hava oldu arya ben bir molekül derinliğinde. sanki. mor bir sabaha doğru serin bir rüzgarda. ölü olmak gibi. yok olmak yokluğumda tüm evrene dağılmak gibi...
yürüyoruz. sabah doğmak üzere. alacakaranlık her yer. körüz bir de uyur uyanık bozbulanık evrenimizde. yalınayak yürüyoruz. çimler ıslak. çim kokusunu. meltemin hışırtısını duyuyoruz. serinlikte ürperiyoruz kimiz ama sen kimi zaman ben kollarımızı ovuşturuyoruz. acelemiz var. bir an önce güneş doğan topraklarda ısınmalıyız. ben memnunum halimden. her şeyin paramparça olduğu anlarda hissettiğim tuhaf aldırmazlıktan var üzerimde. paramparça mı her şey? hissedemiyorum. gülümsüyorum. suratımdaki şapşal ifadeye sinirleneceğine de aldırmadan. adaya gidiyor oluyoruz sonra. suymuş ether sandığımız. denizmiş içinden geçtiğimiz. ayağımızda hissettiğimiz ıslaklık tam da denizin içinde olmanın ıslaklığından. yürüyoruz yapışık. yürüyoruz yalnız. acele. her adımımda sen aksi yöne adım atıyorsun. senin her adımın benim geri adımıma denk geliyor. yapışıkmışız da ayrılıyormuşuz gibi. ayrıymışız da her adımımızda yapışıyormuşuz gibi. karışık. midem bulanıyor rüyamda da, yazarken de şimdi. aynı yöne gider gibiyiz gözüm kapalı sana yaslandığımda. güvenle gözümü açtığımda ayrışmaya çalışan bedenlerimizi görüyor, aksi yöne gittiğimizi fark ediyorum. acı veriyor bu bana. çok acı veriyor. çok.
yürüyoruz. sabah doğmak üzere. alacakaranlık her yer. körüz bir de uyur uyanık bozbulanık evrenimizde. yalınayak yürüyoruz. çimler ıslak. çim kokusunu. meltemin hışırtısını duyuyoruz. serinlikte ürperiyoruz kimiz ama sen kimi zaman ben kollarımızı ovuşturuyoruz. acelemiz var. bir an önce güneş doğan topraklarda ısınmalıyız. ben memnunum halimden. her şeyin paramparça olduğu anlarda hissettiğim tuhaf aldırmazlıktan var üzerimde. paramparça mı her şey? hissedemiyorum. gülümsüyorum. suratımdaki şapşal ifadeye sinirleneceğine de aldırmadan. adaya gidiyor oluyoruz sonra. suymuş ether sandığımız. denizmiş içinden geçtiğimiz. ayağımızda hissettiğimiz ıslaklık tam da denizin içinde olmanın ıslaklığından. yürüyoruz yapışık. yürüyoruz yalnız. acele. her adımımda sen aksi yöne adım atıyorsun. senin her adımın benim geri adımıma denk geliyor. yapışıkmışız da ayrılıyormuşuz gibi. ayrıymışız da her adımımızda yapışıyormuşuz gibi. karışık. midem bulanıyor rüyamda da, yazarken de şimdi. aynı yöne gider gibiyiz gözüm kapalı sana yaslandığımda. güvenle gözümü açtığımda ayrışmaya çalışan bedenlerimizi görüyor, aksi yöne gittiğimizi fark ediyorum. acı veriyor bu bana. çok acı veriyor. çok.
Tuesday, July 21, 2009
günbeti
durmaksızın notlar alıyorum. notlar notlar notlar. seviyorum işimi seviyorum kendim gibi insanları. anne çocuk normal hayatlar normöal insanlar bana göre değil asla. isyanı olan insanları seviyorum. bugün bir danışanım bir şarkı getirdi bana öncesinde soruyor seansta müzik dinletilir mi diye. sonra kendisi veriyor cevabını bu da benim bir parçam olduğuna göre dinletebiliytor olmama gerekir. hem bakın diyor parçam yani şarkım; parçam yani benim bir parçam. ahaha diyorum danışanlarım bile lacancı :). seviyorum danışanlarımı. seviyorum zeki insanları. neyse müziğe eşlik eden bir bana ben olmamı dayattığınız şey olamam sözleri kulağımdan ruhuma ulaşıyor. o denli duygusal, o denli kırılgan ve o denli yaratıcılar ki aslında. bütün gün bukovski mi olsam yoksa dostoyevski mi diye kafa yoran bir psikotiğimsim, elektronik müzik yaparak öfke kontrolünü sağlayan bir madde bağımlım, dünya istediğim yöne doğru dönmüyor deyu deyu bayılan bir nevrotiğim var misal. çok seviyorum delilerimi. geçen gün bir "hanfendi" bana iş teklif etti fakat cümlenin başında şöyle bir ifade vardı: "napıcaksın bütün gün delilerle, gel böyle böyle elit bir iş var filan". içime bir öfke bulutu yayıldı. iyi niyetli belli ki ama sen kim oluyorsun da benim danışanlarıma diye giriştim ona alter-evrenimde, bir şey diyemedim dışımda, elbette işi kabul etmedim. filan fıstık.
biliyorum bir terapist danışanı ancak kendi normalliği düzeyine kadar getirebilir. bu halde en iyi ihtimalle bir yarı-deli olacak kalacaklar hepsi. düşünüyorum, düşünüyorum. misal b mi d mi olayım diyen k. eğer psikolog niyetine g. kişisine gitmiş olsaydı ki hayatımda gördüğüm en güleryüzlü insandır, hani böyle ağız dolusu tükürsen sana gülümseyerek hı hı, seni anlıyorum canım diyecek bir tiptir, acaba k. ne kadar normal olabilir? yani normallikten kastedilen normlar çerçevesinde restoranlarda yemek, sözde herkes gibi kahveyi house cafe'de içmek istemek, ya da ne bileyim sözde herkes gibi gucci'den giyinmek demek diye düşünen g kişisi k danışanını ne ölçüde normalleştirebilir? bu durumda k nın tepkisi ne olur, yoksa bukovski mi dostoyevski mi derken kendini bir david beckham ya da bir stil ikoncanı edacan pakpınar olarak mı bulur? yani pek çok varsayım üretmek mümkün. önümde daha uzun bir yol var. yolun bu kısmında ikoncan olduran olmaktansa yarı deli kaldıran olmayı tercih ederim. ama kimbilir belki ben de bir gün hayaatt beni neden yoruyosun diye de bilirim. ya ya ya. uykum geldi çawuu
biliyorum bir terapist danışanı ancak kendi normalliği düzeyine kadar getirebilir. bu halde en iyi ihtimalle bir yarı-deli olacak kalacaklar hepsi. düşünüyorum, düşünüyorum. misal b mi d mi olayım diyen k. eğer psikolog niyetine g. kişisine gitmiş olsaydı ki hayatımda gördüğüm en güleryüzlü insandır, hani böyle ağız dolusu tükürsen sana gülümseyerek hı hı, seni anlıyorum canım diyecek bir tiptir, acaba k. ne kadar normal olabilir? yani normallikten kastedilen normlar çerçevesinde restoranlarda yemek, sözde herkes gibi kahveyi house cafe'de içmek istemek, ya da ne bileyim sözde herkes gibi gucci'den giyinmek demek diye düşünen g kişisi k danışanını ne ölçüde normalleştirebilir? bu durumda k nın tepkisi ne olur, yoksa bukovski mi dostoyevski mi derken kendini bir david beckham ya da bir stil ikoncanı edacan pakpınar olarak mı bulur? yani pek çok varsayım üretmek mümkün. önümde daha uzun bir yol var. yolun bu kısmında ikoncan olduran olmaktansa yarı deli kaldıran olmayı tercih ederim. ama kimbilir belki ben de bir gün hayaatt beni neden yoruyosun diye de bilirim. ya ya ya. uykum geldi çawuu
Monday, July 20, 2009
çöl
çabalıyoruz. her geçen biraz daha yitmek için. her geçen gün biraz daha yiterek simgesel bir kendilik kurabilmek için. laing bunu sıklıkla yapan ve winnicot'un false self dediği sahte kendiliklerini fazlasıyla geliştirmiş insanların rüyalarına dair çöllerden, natürmortlardan, teletubbies ovalarından ve hatta veritaslardan bahseder. kıbrısın 74 harekatında yerle bir olmuş bir zamanların cenneti olan otel şehrine gittiğimde laing'in bahsettiği yerlerden birini görmüş gibi olmuştum. orada zaman durmuş gibiydi. otel yanmıştı, ağaçlar kurumuştu ve fakat deniz de neredeyse donmuş gibiydi. dalgaları dahi göremezdiniz. kendimi o anda başkasının rüyasına yürüyor gibi hissetmiştim. hani bazen filmlerde photosohop ile bir manzaraya yapıştırılan hareketli kahramanımız nerede olduğunu şaşırır, oops der tercihan, neredeyim ben? ona benzer bir duyguydu hissettiğim. benzer bir duyguyu reader'ın bir sahnesinde sanıyorum ki winslet yok hayır erkek olan toplama kampının içinde dolaşırken, sadece ayaklarının göründüğü sahne işte, hissetmiştim. evet her zaman sulu gözlüyümdür film izlerken, kahramanın en ufak bir hayal kırıklığına sel olur gözyaşlarım fakat schindler's list'te döktüğüm kadar dözyaşı dökmedim hayatımda. hala kanım donar kareleri anımsadıkça. ona benzer bir şey. bazen ben de kendimi başkasının rüyasına yapıştırılmış gibi hissediyorum, özellikle rüyamda deniz görmediğimde. tıpkı denizin olmadığı bir şehirde kendimi nefes alamıyor hissetmem gibi, o rüyalarda da nefes alamadığımı hissediyorum. bir an önce kaçma isteği duyuyor çoğunlukla ellerim uyuşmuş ve terlemiş olarak uyanıyorum. kabus mu gördüklerim. görünürde hayır. fakat o sahneyi, başkasının rüyasını düşündükçe ürpermekten kendimi alamıyorum. lacan rüyalara dair pek konuşmaz, konuşmak istemez demek belki de onu biraz da ifşa ederek de olsa, daha doğru olur. kuşkusuz freud'un rüyaları lacan'ınkilerden epeyce farklıydı. her ne olursa olsun freud imgesel bir adamdı, simgesel edinilere ihtiyaç duymayacak denli simgeseldi belki de. fakat lacan için durum çok farklı.
herneyse.
herneyse.
Sunday, July 19, 2009
Thursday, July 16, 2009
..
Dostoyevski'nin çok sevdiğim, pek çok geceler başımı yastığa koyduğumda defelarca tekrarladığım "tutundurucu" bir sözü vardır: "insanın bir amacı olmalıdır, gidecek yeri olamayan bir insan nereye gidebilir" diye. çok basit. çok karmaşık.
durmaksızın konuşuyor bugün. korkuyor sessizlikten. anlık bir sessizlikte heyacan düşüyor tüm mimiklerine, sözcüklerine ve yeniden bırakıyor kendini fikir uçuşmalarına. zaman zaman anne oluyorum, zaman zaman baba, terk ettiği sevgili, hiç ulaşamadığı sevgili.. uzadıkça uzuyor liste.. araya giremiyorum. belki de girmiyorum.. ilk kez konuşabiliyorum hayatımda diyor soluk soluğa bir ara.. belli belirsiz gülümsüyorum..
gidecek yeri olmayan bir insan nereye gidebilir. donup kalması nasıl bir eylemsizlikle açıklanabilir? bir zamanlar fethiyeye yerleşme hayallerim vardı. seracılık yapacak, eve balık getirecek bir koca bulacaktım. dalga sesleri ile uyuyacak martı sesleri ile uyanacaktım. tiksiniyordum hepsinden. herkesten. kendimden. şimdi geri dönüp baktığımda vücudumun hafızası anımsatıyor bana hissettiklerimi. zor zamanlardı. çok zor zamanlar..
mevlana'nın çok sevdiğim bir sözü çalındı ruh kulağıma bugün yürüken servisime huzurla,, servisime yürümek huzur veriyor bana sabahları,, hayat zamansız aynasıdır insanın gibilerinden bir cümleydi. zamanı asla belli olmayan bir şekilde halikler altın tepsilerde sunuyor size balikleri..
mevlana üzerine çalışılacak!
lacan ve mevlana arasında çok ortak nokta var. hatta ben ciddiyetle lacanın mevlana okuduğundan şüpheleniyorum. hiçbir kanıtım yok fakat aradığımda bulacağıma inanıyorum. herkaramsarlık bir ters-iyimserlik formunda yıkıcı değil midir zaten.
katastrofik bir kadın olduğum yorumunu aldım bugün bir bilirkişiden. sevgilime de helal olsunmuş. eh dedim her kadın gibi ben de hükmedebileceğim bir efendi arzuluyorum. fakat artı-lacancı bir biçimde aynı zamanda efendisi olduğum arzuma hükmedebilecek bir efendiyi de arzuluyorum. sadece biraz daha dolaysız. bu yüzden daha dolaylı.
psikanaliz en çok psikozdan beslenir son tahlilde. işinin çzöümlemek değil yorumlamak olduğunun bir imi daha..
durmaksızın konuşuyor bugün. korkuyor sessizlikten. anlık bir sessizlikte heyacan düşüyor tüm mimiklerine, sözcüklerine ve yeniden bırakıyor kendini fikir uçuşmalarına. zaman zaman anne oluyorum, zaman zaman baba, terk ettiği sevgili, hiç ulaşamadığı sevgili.. uzadıkça uzuyor liste.. araya giremiyorum. belki de girmiyorum.. ilk kez konuşabiliyorum hayatımda diyor soluk soluğa bir ara.. belli belirsiz gülümsüyorum..
gidecek yeri olmayan bir insan nereye gidebilir. donup kalması nasıl bir eylemsizlikle açıklanabilir? bir zamanlar fethiyeye yerleşme hayallerim vardı. seracılık yapacak, eve balık getirecek bir koca bulacaktım. dalga sesleri ile uyuyacak martı sesleri ile uyanacaktım. tiksiniyordum hepsinden. herkesten. kendimden. şimdi geri dönüp baktığımda vücudumun hafızası anımsatıyor bana hissettiklerimi. zor zamanlardı. çok zor zamanlar..
mevlana'nın çok sevdiğim bir sözü çalındı ruh kulağıma bugün yürüken servisime huzurla,, servisime yürümek huzur veriyor bana sabahları,, hayat zamansız aynasıdır insanın gibilerinden bir cümleydi. zamanı asla belli olmayan bir şekilde halikler altın tepsilerde sunuyor size balikleri..
mevlana üzerine çalışılacak!
lacan ve mevlana arasında çok ortak nokta var. hatta ben ciddiyetle lacanın mevlana okuduğundan şüpheleniyorum. hiçbir kanıtım yok fakat aradığımda bulacağıma inanıyorum. herkaramsarlık bir ters-iyimserlik formunda yıkıcı değil midir zaten.
katastrofik bir kadın olduğum yorumunu aldım bugün bir bilirkişiden. sevgilime de helal olsunmuş. eh dedim her kadın gibi ben de hükmedebileceğim bir efendi arzuluyorum. fakat artı-lacancı bir biçimde aynı zamanda efendisi olduğum arzuma hükmedebilecek bir efendiyi de arzuluyorum. sadece biraz daha dolaysız. bu yüzden daha dolaylı.
psikanaliz en çok psikozdan beslenir son tahlilde. işinin çzöümlemek değil yorumlamak olduğunun bir imi daha..
Thursday, July 9, 2009
boş işler müdürüyüm tirinaynay
Ya işe internet! (Unutulmaz Ferhat Güzel tonlaması ile)
Tutarlı bir insanım vesselam
AKREP GÜNEŞ – YAY YÜKSELEN BURÇ
Güneş doğduktan hemen sonra, saat 6 ile 8 arasında meydana gelen bu doğum, kişiliğe derin bir duygusallık, insan sevgisi, kuvvetli sezgiler gibi özelliklerin eklenmesinde önemli role sahiptir. Akrep-Yay için uyku bedensel ve ruhsal sağlığın en önemli gereksinimidir.
Yükselen Burcu Yay olan Akrep in sıradışı kişiliği her girdiği ortamda hemen dikkati çeker. Felsefeye olan merakı, adil davranışları, toplumsal kuralları uygularken rahatlığı sevilen ve sayılan bir insan olmasına nedendir. Akrep-Yay ın meslek alanında çok gelişkin analiz-sentez yeteneğiyle başarılı olması kaçınılmazdır. Ancak rutin işler zaman zaman Yükselen Yay ı boğar ve performansının düşmesine neden olabilir. İlişkilerde zekayı ve çok yönlülüğü ön plana alan bir yapısı vardır. Ancak Akrep-Yay dürüst olmayan, yalancı ve kendini ifade edemeyen insanlardan her zaman uzak kalmayı tercih eder.
Tutarlı bir insanım vesselam
AKREP GÜNEŞ – YAY YÜKSELEN BURÇ
Güneş doğduktan hemen sonra, saat 6 ile 8 arasında meydana gelen bu doğum, kişiliğe derin bir duygusallık, insan sevgisi, kuvvetli sezgiler gibi özelliklerin eklenmesinde önemli role sahiptir. Akrep-Yay için uyku bedensel ve ruhsal sağlığın en önemli gereksinimidir.
Yükselen Burcu Yay olan Akrep in sıradışı kişiliği her girdiği ortamda hemen dikkati çeker. Felsefeye olan merakı, adil davranışları, toplumsal kuralları uygularken rahatlığı sevilen ve sayılan bir insan olmasına nedendir. Akrep-Yay ın meslek alanında çok gelişkin analiz-sentez yeteneğiyle başarılı olması kaçınılmazdır. Ancak rutin işler zaman zaman Yükselen Yay ı boğar ve performansının düşmesine neden olabilir. İlişkilerde zekayı ve çok yönlülüğü ön plana alan bir yapısı vardır. Ancak Akrep-Yay dürüst olmayan, yalancı ve kendini ifade edemeyen insanlardan her zaman uzak kalmayı tercih eder.
Tuesday, July 7, 2009
kimsekim
Ne zaman yaz gelse, ne zaman babam bizi yine sürüklercesine yeni keşfettiği gözdeğmemiş doğa köşelerine götürse, ne zaman yürüsem elimde irice bir sırıkla (ki bu sırık yılanlardan korunmanızı sağlar, otların arasından, volkanik kayaları okşayarak, oluşum zamanlarını anlamaya çalışarak, hoşuma gidenleri çantama atarak geçsem, içime bir titreme yayılır, gözlerim dolar doğanın mucizesi karşısında,, aklıma arkeolog olma hayallerim gelir, nasıl bir güçle, nasıl bit tutkuyla bağlandığım hayalime.. eserlerin kıvrımlarından dönemlerini okuyabilmenin tatmin hayali kuşatır beni.. eskilerden bir eskiye tutunmak, mutluğu geçmişte kaybetmiş olma sükut-u hayali değil sadece bu. o günlerden bu yana ben hiç ama hiçbir şeyi böyle bir tutkuyla istemedim. hala da beni bu denli heyecanlandıran bir şey yok hayatımda. boşluk. biliyorum bir gün bunun için çekip gideceğimi. o güne kadar neysene, kimsekim..
Thursday, July 2, 2009
gidemedim
hımmm.. gidemedim sevgili günlük.. ben yazmadan duramam ki.. elim kadar netbukumda yazmayacağım da nerede yazacağım hem değil mi, klavyesine de alışmaya başladım üstelik. tek sorunu pembe olması. pembeden tiksinmişimdir oldum olası. yapmacık bir elma yanaklılık ifadesi gibi gelir bana pembe. neyse ilk gönderimde de kusmayı başardım. ehömm burcum akrep yükselenim yay. ayrıca terazinin son gününde doğan bir akrep. berbat karmaşım. neyse ki yazmak gibi bir edimi keşfettirdi bana sevgili nesibe hanımcığım. yoksa rehberlikçimin söylediği gibi ne üdüğü belirsiz bir yaratık olurdum, ki belki de düpedüz o yaratığın kendisiyim de yazmakla yontuyorum yaratıklığı. neyse. intihar eğilimi olan insanlara yazmaları öğütlenir. intiharı yazdıkça intihar edemez insan. sürekli bir erteleme eğilimi zamanla iyi erteleme çabasına dönüşür. iyi erteleme çabası da iyi yazmaya dönüşür zamanla.
betimleme konusunda başarısız yazarlar vardır. ben onları sevmem. sevmediğim insana da istediğini vermem, ona yazar demem. betimleyemeyen bir yazar bence yazar değildir. fakat bana muhteşem bir atı tariflemek için atı kıl kököne kadar betimleyen yazarları daha çok sevmem. bunlar okuru küçümser, sadece kendileri için yazarlar. bence onlar kitap değil blog yazarı olmalodorlar. boşuna okurla "ilişkiye" geçmemelidirler. bir yazarın okurun hayal gücüne yer bırakması, okurun hayal gücünden çekinmesi gerekir. betimlemek istediğini okurun yeniden yaratmama izin verecek şekilde ona aktarmalıdır. ancak böyle bir kitabın okunması anlamlıdır.
aynı durum insanlar için de geçerlidir. bir insanın başka birinin hayatında olmasının bir anlamı olmalıdır. bu anlam onun diğerinin hayatına "çökmesi" ile anlamlanması demek değildir. bir insan başka bir dünyayı, başka bir evreni, başka bir hayatı, başka bir değeri düşünmenize olanak tanıyorsa, size, siz olarak var olmanıza olanak tanıyorsa anlamlıdır. sizi tüketen, hayatınızın üzerine (sırtınıza, midenize) kara bulut gibi çöken, beyninizi kemiren bir insanın hayatınızda var olması bir nevi sizin kendinize zarar verme ediminizin tezahürüdür. bu insanların hayatınızda olması bir nevi anoreksik bir tutumdur, karşı-narsisizmdir, mazohizmdir, en nihayetinde sapkınlıktan bir sapma halidir.
ben anoreksikleri de, narsisistleri de, mazohistleri de sevmem. sapkınları severim ama sapkınlıktan sapanları sevmem. postmodernizmi sevmem. pisuvarı erkek tuvaletinin kapısından görmeyi severim, sergidew değil. neyse işte bu sapkınlıkltan sapanlar herbiri hayat okyanusunda hep birilerine tutunaraki ters tutunarak, tutunmadıklarını düşünerek tutunarak yüzmektedirler. asalktırlar. iğrençtirler. bence onları tedavi etmenin yegane bir yöntemi vardır: kıyıdan kilometrelerce uzak bir okyanusa salıverilmeleri ve ölmek pahasına yüzmeyi öğrenmeleri. öğrenemezlerse de mümkünse boğulmaları. bir sürü insanın "onlardan" boğulmasındansa, onların "hayattan" boğulmaları tercih edilmelidir.
hepimizin kimi yanılgıları var. tanınmadan var olamayacağımızı biliyoruz, sezgisel olarak en ilkel düzlemde bile. eyvallah. fakat insanlığın yegane virüsüne teslim oluyoruz: nicelik tutkusu. çok insan çok tanınma demek değildir. ve hatta çok insan az var olmak demektir. her tanı(n)dığımız insanda azalırız oysa. ortak bir zemin bulmak adına kendimizden uzaklaşırız. bitişik aynalarda kendinize baktığınızı düşünün. her aynada başka bir siz varsınız. her aynada başka bir sahtelik. bullshit. hal böyleyken kendimizi nicelik tutkusundan arındırmamız gerekir. çok az demektir ve hatta hiç. hiç arzusuna dur demek ve hepe yontmak gerekir. foucaultcu care-of-the-self. neydi eski yunancası bak unuttum. güzel olurdu hatırlasaydım. neyse. ne dediğimiz de unuttum şimdi hadi kaçtım sevgili günlük. geri döneceğim belliydi değil mi evet evet evet. hiç gitmemiştim ki bile. ama ben ciddi bir blog yazarı olamayacağım kusura bakma kendim. hadi çawçaw
betimleme konusunda başarısız yazarlar vardır. ben onları sevmem. sevmediğim insana da istediğini vermem, ona yazar demem. betimleyemeyen bir yazar bence yazar değildir. fakat bana muhteşem bir atı tariflemek için atı kıl kököne kadar betimleyen yazarları daha çok sevmem. bunlar okuru küçümser, sadece kendileri için yazarlar. bence onlar kitap değil blog yazarı olmalodorlar. boşuna okurla "ilişkiye" geçmemelidirler. bir yazarın okurun hayal gücüne yer bırakması, okurun hayal gücünden çekinmesi gerekir. betimlemek istediğini okurun yeniden yaratmama izin verecek şekilde ona aktarmalıdır. ancak böyle bir kitabın okunması anlamlıdır.
aynı durum insanlar için de geçerlidir. bir insanın başka birinin hayatında olmasının bir anlamı olmalıdır. bu anlam onun diğerinin hayatına "çökmesi" ile anlamlanması demek değildir. bir insan başka bir dünyayı, başka bir evreni, başka bir hayatı, başka bir değeri düşünmenize olanak tanıyorsa, size, siz olarak var olmanıza olanak tanıyorsa anlamlıdır. sizi tüketen, hayatınızın üzerine (sırtınıza, midenize) kara bulut gibi çöken, beyninizi kemiren bir insanın hayatınızda var olması bir nevi sizin kendinize zarar verme ediminizin tezahürüdür. bu insanların hayatınızda olması bir nevi anoreksik bir tutumdur, karşı-narsisizmdir, mazohizmdir, en nihayetinde sapkınlıktan bir sapma halidir.
ben anoreksikleri de, narsisistleri de, mazohistleri de sevmem. sapkınları severim ama sapkınlıktan sapanları sevmem. postmodernizmi sevmem. pisuvarı erkek tuvaletinin kapısından görmeyi severim, sergidew değil. neyse işte bu sapkınlıkltan sapanlar herbiri hayat okyanusunda hep birilerine tutunaraki ters tutunarak, tutunmadıklarını düşünerek tutunarak yüzmektedirler. asalktırlar. iğrençtirler. bence onları tedavi etmenin yegane bir yöntemi vardır: kıyıdan kilometrelerce uzak bir okyanusa salıverilmeleri ve ölmek pahasına yüzmeyi öğrenmeleri. öğrenemezlerse de mümkünse boğulmaları. bir sürü insanın "onlardan" boğulmasındansa, onların "hayattan" boğulmaları tercih edilmelidir.
hepimizin kimi yanılgıları var. tanınmadan var olamayacağımızı biliyoruz, sezgisel olarak en ilkel düzlemde bile. eyvallah. fakat insanlığın yegane virüsüne teslim oluyoruz: nicelik tutkusu. çok insan çok tanınma demek değildir. ve hatta çok insan az var olmak demektir. her tanı(n)dığımız insanda azalırız oysa. ortak bir zemin bulmak adına kendimizden uzaklaşırız. bitişik aynalarda kendinize baktığınızı düşünün. her aynada başka bir siz varsınız. her aynada başka bir sahtelik. bullshit. hal böyleyken kendimizi nicelik tutkusundan arındırmamız gerekir. çok az demektir ve hatta hiç. hiç arzusuna dur demek ve hepe yontmak gerekir. foucaultcu care-of-the-self. neydi eski yunancası bak unuttum. güzel olurdu hatırlasaydım. neyse. ne dediğimiz de unuttum şimdi hadi kaçtım sevgili günlük. geri döneceğim belliydi değil mi evet evet evet. hiç gitmemiştim ki bile. ama ben ciddi bir blog yazarı olamayacağım kusura bakma kendim. hadi çawçaw
Subscribe to:
Posts (Atom)