Monday, August 31, 2009
de ki
vakitlerden bir akşamüstüdr ve peşinsıra uzanan kelebekli yolda binlerce böcek ölüsünü ardında bırakmışsındır. bir arabanın arka camındaki buğuları itip elinin tersiyle, ardındaki kendine son bir bakış atmış, bir elveda dahi demeden siktirip gitmişsindir. elveda dememenin bedelini gördüğün her kurtçuğa, her böcekçiğe, yumuşakçaya vesaire öderken, bir yandan da simgesel yasanın gediklerini bir kovuk bulup da larvalarını bırakmak için keşfetmekle meşgulsündür. gidilecek. gidilecek. her sabah uyandığında buradan da siktirip gidilecek derken ruhunda bir böcek ölüsünü, direnmesin için, uyanıp da vızırdamasın için bilimum benzodiazepinlerle uyutmaktasındır. heyhat! yazık ki senin için vuslat hiç var olmamıştır ve gelecekte de yok dahi olamayacaktır.
mmm
zeynep sağdaş, yarım kalanlara rağmen
benim ergenliğe geçişim çok donuk olmuştu, doğrusu ben sadistik süperegoyla özdeşleşmiştim. flan. neyse. burayı geç. bayram tatilinde köye kuzenlerimin yanına gittiğimde tuhaf bir "kızsal" alışkanlıkla karşılaşır, küçümsemeyle başlayan ve küçülmeyle devam eden bu alışkanlık ritüeline sessizce uyum sağlamaya çalışırdım. kuzenimin de arasında olduğu 4-5 kişilik bu kız grupları evlerin tepelerine çıkar, minik bir radyoyu yanlarında getirir, çeken tek frekanstan "içli" şarkılar dinler, gizlice sigara içer, "baktıkları" çocuklardan bahsederlerdi. bakmak onlar için hoşlanmak demekti. ve çoğunlukla bu bakmaklar, oğlan kişisinin başka kıza "arkadaşım olur musun" demesi ile son bulurdu. çok dertliydiler. ama çoık içtendiler. adnan die bir çocuğa bakan bir kız vardı hele, tipik bir trakya kızı olarak erkek gibi sigara içer, bacaklarını bağdaş yapar, adnanı beklerdi.. hey günler!
orda dinlediğim şarkıları andıran bir şarkı bu da. olabildiğince benden uzak, olabildiğince başka'nın, ama bir şekilde içimi cızlatan. bana temiz köy havasında yıldızlı gökyüzüne bakarken sigara kokusunu anımsatan..
benim ergenliğe geçişim çok donuk olmuştu, doğrusu ben sadistik süperegoyla özdeşleşmiştim. flan. neyse. burayı geç. bayram tatilinde köye kuzenlerimin yanına gittiğimde tuhaf bir "kızsal" alışkanlıkla karşılaşır, küçümsemeyle başlayan ve küçülmeyle devam eden bu alışkanlık ritüeline sessizce uyum sağlamaya çalışırdım. kuzenimin de arasında olduğu 4-5 kişilik bu kız grupları evlerin tepelerine çıkar, minik bir radyoyu yanlarında getirir, çeken tek frekanstan "içli" şarkılar dinler, gizlice sigara içer, "baktıkları" çocuklardan bahsederlerdi. bakmak onlar için hoşlanmak demekti. ve çoğunlukla bu bakmaklar, oğlan kişisinin başka kıza "arkadaşım olur musun" demesi ile son bulurdu. çok dertliydiler. ama çoık içtendiler. adnan die bir çocuğa bakan bir kız vardı hele, tipik bir trakya kızı olarak erkek gibi sigara içer, bacaklarını bağdaş yapar, adnanı beklerdi.. hey günler!
orda dinlediğim şarkıları andıran bir şarkı bu da. olabildiğince benden uzak, olabildiğince başka'nın, ama bir şekilde içimi cızlatan. bana temiz köy havasında yıldızlı gökyüzüne bakarken sigara kokusunu anımsatan..
Sunday, August 30, 2009
günbeti
o bildik rüyayı dün gece yeniden gördüm. ev arıyoruz annem, babam, ben. aylin nerelerde bilmiyorum. sınavdadır diye geçyor aklımdan. babamın aklına uyup yine dağ tepe aşıyoruz, istanbul'un dışına çıktık baba diye dişlerimin arasından tepki veriyorum. babam dur bak burda bisikletler var. onalara binelim diyor. sonra üçmüz üç ayrı bisikletle yola koyuluyoruz. bisiklete binince kontrol edemem ya kendimi bastıkça basarım pedallara, rüyamda da aynı şeyi yapıyorum, babamın sesini duymaz oluyorum ve kendimi bir bozkıda buluyorum. uzaktan annemle babam sedalı edalı keyifle gelen siluetlerini görüyorum, her zamanki gibi huzursuz doğama küfrediyorum. bozkırın olduğu yer bomontinin eyüpe bakan tarafıymış. uçurumun kenarındayım. aşağı bakıyorum. yukarısı oluyor baktığım yer. annemler kayboluyorlar. o bildik silueti görüyorum yine. uçurumun tepesinde. atladı atlayacak. olduğum yer otoban. gürültü. patırtı. hey dye bağırıyorum. atlama diye çırpınıyorum. kimse duymuyor. kendi sesimi dahi duyamıyorum. bsikletten can havliyle çıkıp koşuyorum bu sefer, uçurumdan yukarıya doğru tırmanmaya başlıyorum. birkaç metre yükselmişken bacağımdan akan kanı farkediyorum. çocukluğumda baldırım bisikletin zincirine takılmıştı da, hala izi olan bir yara açılmıştı bacağımda, kan oradan akıyor. kanı gördüğüm anda bir kütle gibi, bir iri kuş gibi, bir hayalet gibi düşüyor yanımdan. yerde cesedini görüyorum ve irkilerek, ağlayarak uyanıyorum..
**birkaç gün önce m. arayacağım demiş aramamış, kanımca artık gelmemeye karar vermiş; önceki seans boyunca bana kimse yardımcı olamaz kabilinde söylenip durmuştu. seans sonrasında kenimi çaresiz hissetmiştim. üstüne bu da olunca yıkılmıştım. ben işe yaramaz bir salağın tekiyim diye diye kendimi parçalamaya başlamıştım yine. annemler de bizdeydi. ev arıyorlardı babamla. aylin gelmemişti. burs vaşvurusu yapıyordu. annem ve babamla kavga etmiştik hasta insanların mantıksızlıklarından neden kendine beceriksilik payesi çıkarıyorsun diye patlatmışlardı mavi-yeşil gözlerini bana. ben de hı hı deyip evden kaçmıştım. haklı olduklarına kanaat getirip gittiğim deniz kenarında düşünürken, eve dönerken onlara dondurmalı tel kadayıf almıştım. heyhat. annemler gittiğinden beri hissettiğim yetersizlik duygularının bu "kayıp"la bağlantılı olduğunun farkındaydım esasında. fakat bu rüyayı bunlar olurken değil dün gece görmüş olmam tuhaf geldi bana. şöyle ki gecenin 12bucuğunda m. beni aradı, uyur uyanık açtığımda telefonu, sıkılan bir sesle ben içtim deyip ağlamaya başladı. dün bizim seans günümüzdü. bu da manidar bir tesadüf. herneyse 10-15 dakika konuştum kendisiyle annesiyle. telefonu kapattığımda tuhaf hissediyordum kendimi..
**birkaç gün önce m. arayacağım demiş aramamış, kanımca artık gelmemeye karar vermiş; önceki seans boyunca bana kimse yardımcı olamaz kabilinde söylenip durmuştu. seans sonrasında kenimi çaresiz hissetmiştim. üstüne bu da olunca yıkılmıştım. ben işe yaramaz bir salağın tekiyim diye diye kendimi parçalamaya başlamıştım yine. annemler de bizdeydi. ev arıyorlardı babamla. aylin gelmemişti. burs vaşvurusu yapıyordu. annem ve babamla kavga etmiştik hasta insanların mantıksızlıklarından neden kendine beceriksilik payesi çıkarıyorsun diye patlatmışlardı mavi-yeşil gözlerini bana. ben de hı hı deyip evden kaçmıştım. haklı olduklarına kanaat getirip gittiğim deniz kenarında düşünürken, eve dönerken onlara dondurmalı tel kadayıf almıştım. heyhat. annemler gittiğinden beri hissettiğim yetersizlik duygularının bu "kayıp"la bağlantılı olduğunun farkındaydım esasında. fakat bu rüyayı bunlar olurken değil dün gece görmüş olmam tuhaf geldi bana. şöyle ki gecenin 12bucuğunda m. beni aradı, uyur uyanık açtığımda telefonu, sıkılan bir sesle ben içtim deyip ağlamaya başladı. dün bizim seans günümüzdü. bu da manidar bir tesadüf. herneyse 10-15 dakika konuştum kendisiyle annesiyle. telefonu kapattığımda tuhaf hissediyordum kendimi..
Saturday, August 29, 2009
cehennemde bir mevsim, rimbaud
şiire yaslanan yanımdan nefret etmişimdir her zaman. şiirlerden de. şairlerden de. şiirlerden uzak durmuş, şiirin olası tuzaklarının hesabını tutmuşumdur. bu hesabı tutmak adınadır tüm şiir okumalarım, laf-ı güzah ezberlerim fi tarihinden kalan.
fakat ne zaman dal'sız kalsam kendimi şiire doğru "düşerken" bulmuşumdur hep.. çok boktan bir anda, bu akşam da "söndürdüm içimde insan ümidi adına ne varsa" diye aktı da ruhuma rimbaud, var kılarak düşen yanımı yok etmeyeltendim ben de, dünyevi bir edayla..
ve ne zamandır ki şiire doğru "düşse" ruhum, sartre'ın o çokça özdeşleştiğim fotoğraflarından biri gelir gözlerimin önüne: alabildiğine yalnız, alabildiğine soğuk, olabildiğine apollon, olabildiğine zihin, olabildiğine buz; bıçak gibi, uçurum gibi "keskin". amma ve lakin iki farklı yana bakan şaşı gözleriyle alabildiğine abject, olabildiğine ben..
cehennemde bir mevsim
Aldanmıyorsam, bir zamanlar hayatım
önüne bütün gönüllerin açıldığı,
yoluna bütün şarapların döküldüğü bir şölendi.
Bir akşamdı dizimi oturttum
Güzelliği-Terslik edecek oldu- yerini bırakmadım ben de.
Bayrak açtım adalete karşı.
Aldım başımı kaçtım.
Ey büyücüler, size ey bahtsızlık, ey nefret, hazinem size emanet.
Azmettim, söndürdüm içerimde insan ümidi adına ne varsa.
Bir yırtıcı hayvan amansızlığıyla atıldım üzerlerine boğayım diye cümle sevinci.
Cellatlara seslendim, ısırayım diye ölürken mavzerlerin kabzalarını.
Seslendim salgınlara, boğsunlar istedim, kan içinde, kum içinde beni.
Tanrı bildim musibeti. Gırtlağıma kadar battım çamurlara.
Cürümün ayazında kurundum. Hop oturup hop kaldırdım çılgınlığı.
Bana baharın getirdiği iğrenç bir budala kahkahasıydı.
Derken az önce işte, bir de baktım ki kıkırdamak üzereyim;
aklıma eski şölenin anahtarlarını aramak geldi, dedim belki de yeniden heveslenirim.
Hayırmış meğer o anahtarın adı
-Anlaşıldı ben bir düşteymişim.
"Sen canavar kalacaksın..." falan filan...
atıp tutmaya başladı başıma bu şirin hasırları ören şeytan.
"Ölümüne sürsün cümle iştahın, bencilliğin, cümle bağışlanmaz günahın."
Ah, canıma yetti arttı-Kuzum şeytan, ne olur daha bir öfkesiz bakıver de benden yana ufak tefek, yolda kalmış alçaklıklar vara dursun, sen ki yazarda tasvir,
öğreticilik vergilerinin yokluğuna vurgunsun, senin için
kopardım lanetli gün defterimden bu uğursuz yaprakları.
fakat ne zaman dal'sız kalsam kendimi şiire doğru "düşerken" bulmuşumdur hep.. çok boktan bir anda, bu akşam da "söndürdüm içimde insan ümidi adına ne varsa" diye aktı da ruhuma rimbaud, var kılarak düşen yanımı yok etmeyeltendim ben de, dünyevi bir edayla..
ve ne zamandır ki şiire doğru "düşse" ruhum, sartre'ın o çokça özdeşleştiğim fotoğraflarından biri gelir gözlerimin önüne: alabildiğine yalnız, alabildiğine soğuk, olabildiğine apollon, olabildiğine zihin, olabildiğine buz; bıçak gibi, uçurum gibi "keskin". amma ve lakin iki farklı yana bakan şaşı gözleriyle alabildiğine abject, olabildiğine ben..

Aldanmıyorsam, bir zamanlar hayatım
önüne bütün gönüllerin açıldığı,
yoluna bütün şarapların döküldüğü bir şölendi.
Bir akşamdı dizimi oturttum
Güzelliği-Terslik edecek oldu- yerini bırakmadım ben de.
Bayrak açtım adalete karşı.
Aldım başımı kaçtım.
Ey büyücüler, size ey bahtsızlık, ey nefret, hazinem size emanet.
Azmettim, söndürdüm içerimde insan ümidi adına ne varsa.
Bir yırtıcı hayvan amansızlığıyla atıldım üzerlerine boğayım diye cümle sevinci.
Cellatlara seslendim, ısırayım diye ölürken mavzerlerin kabzalarını.
Seslendim salgınlara, boğsunlar istedim, kan içinde, kum içinde beni.
Tanrı bildim musibeti. Gırtlağıma kadar battım çamurlara.
Cürümün ayazında kurundum. Hop oturup hop kaldırdım çılgınlığı.
Bana baharın getirdiği iğrenç bir budala kahkahasıydı.
Derken az önce işte, bir de baktım ki kıkırdamak üzereyim;
aklıma eski şölenin anahtarlarını aramak geldi, dedim belki de yeniden heveslenirim.
Hayırmış meğer o anahtarın adı
-Anlaşıldı ben bir düşteymişim.
"Sen canavar kalacaksın..." falan filan...
atıp tutmaya başladı başıma bu şirin hasırları ören şeytan.
"Ölümüne sürsün cümle iştahın, bencilliğin, cümle bağışlanmaz günahın."
Ah, canıma yetti arttı-Kuzum şeytan, ne olur daha bir öfkesiz bakıver de benden yana ufak tefek, yolda kalmış alçaklıklar vara dursun, sen ki yazarda tasvir,
öğreticilik vergilerinin yokluğuna vurgunsun, senin için
kopardım lanetli gün defterimden bu uğursuz yaprakları.
Friday, August 28, 2009
günbeti
insanın düşük bir özsaygısının olması ne kötü. günlerdir üşüme ve mide bulantısından şikayetçi. aslında sorsam, emimim, "kendimi kusmak istiyorum" diyecek. ölesiye yalnız. bir yandan da patlayasıya kabız. kabızlık bir bütünlük göstergesi onun için. boka izin verse kendiliği "dağılacak"!
yıllar önce obsesyonel nevroz ve psikozun farklı "spektrum"larda olduğunu buyurmuştu uzmanın biri, o zamanlar daha gençti. somatizasyona vuracak kadar derinleşmememişti patolojisi..
yine gözünü kapayıp kütüphaneden bir kitap seçiyor ve gözü kapalı açarken sayfalardan birini, bana "çare ol" diliyor kelimelerden, eskiden yaptığı gibi..
greil marcus, ruj lekesi çıkıyor şansına. sene 2005ten. sayfa 357. diyor ki parmağının dokunduğu cümle:
yüzünde ebleh bir gülümseme beliriyor o an. kendini bildi bileli tuhaf bir bağ vardır kelimeler ile arasında. kelimeleri sever. dilbilgisini sever. ilkokulda hiçkimsede olmayan bir gri parlak fon üzerine güzel mavi kelebekler ile kaplı bir dilbilgisi kitabundan öğrenmiştir türkçenin dilbilgisini, öğretmeninden gizli. o gün bugündür o mavi kelebekler her an eşlik etmektedir ona. şimdi de tam anlamıyla bir sapma meydana getirmesi gereğini fısıldamışlardır kulağına.
bir sapma.
bir kırılma.
yıllar önce obsesyonel nevroz ve psikozun farklı "spektrum"larda olduğunu buyurmuştu uzmanın biri, o zamanlar daha gençti. somatizasyona vuracak kadar derinleşmememişti patolojisi..
yine gözünü kapayıp kütüphaneden bir kitap seçiyor ve gözü kapalı açarken sayfalardan birini, bana "çare ol" diliyor kelimelerden, eskiden yaptığı gibi..
greil marcus, ruj lekesi çıkıyor şansına. sene 2005ten. sayfa 357. diyor ki parmağının dokunduğu cümle:
"bize göre yapılacak tek bir şey var:
Tam anlamıyla bir sapma meydana getirmek."
yüzünde ebleh bir gülümseme beliriyor o an. kendini bildi bileli tuhaf bir bağ vardır kelimeler ile arasında. kelimeleri sever. dilbilgisini sever. ilkokulda hiçkimsede olmayan bir gri parlak fon üzerine güzel mavi kelebekler ile kaplı bir dilbilgisi kitabundan öğrenmiştir türkçenin dilbilgisini, öğretmeninden gizli. o gün bugündür o mavi kelebekler her an eşlik etmektedir ona. şimdi de tam anlamıyla bir sapma meydana getirmesi gereğini fısıldamışlardır kulağına.
bir sapma.
bir kırılma.
Monday, August 24, 2009
beden
bugün beden kısmına yavaştan başladım. yol haritası platondan başlayacak gibi görünüyor. descartes, kant, hegel. sonrasında psikosomatik psikiyatrideki ampirik değerlendirmeler. ilk bölüme psikanalizi karıştırmamayı düşünüyorum. ara noktada anzieu üzerinden ego değerlendirmesi yapılabilir. deleuze'e bulaşacaksam yine bir derya haline gelecek. bilemiyorum. yine baştan saçılırsam yine toparlayamayacağım. mümkün olduğunca adım adım ve sıkıcı gitmem lazım. tıp.
psikozla kesiştikleri yer gerçek olacak. freudun gerçek kavramsallaştırması üzerinden klein ve minkowskinin psikopatoloji değerlendirmelerine uzanacak. jouissance'a dokunmayı düşünmüyorum. jouissancesız bir gerçek nasıl mümkün olacak bilmiyorum ama en azından buraya bir 'sus' koyup ertelemek daha yerinde olacak.
çok heyecanlı olacak.
**titreyip kendime gelmem lazım sevgili günlük, kendimi çok boşladım, çok!
psikozla kesiştikleri yer gerçek olacak. freudun gerçek kavramsallaştırması üzerinden klein ve minkowskinin psikopatoloji değerlendirmelerine uzanacak. jouissance'a dokunmayı düşünmüyorum. jouissancesız bir gerçek nasıl mümkün olacak bilmiyorum ama en azından buraya bir 'sus' koyup ertelemek daha yerinde olacak.
çok heyecanlı olacak.
**titreyip kendime gelmem lazım sevgili günlük, kendimi çok boşladım, çok!
Sunday, August 23, 2009
benim olacak fıstık

bu fıstığa görür görmez çarpıldım. bir antikacıdaydı. vitrindeydi. öyle masum öyle mağrurdu ki gidip ona dokunasım geldi. ona sahip olmak istedim. gece gündüz onda uyumak istedim. varımı yoğumu ona verecektim. maaş günümdü. kartım yanımdaydı. evet yapabiliridim. yapmamak için gidip ona dokunmadım. fiyatını sormadım. ama onu alacağım. benim olacak fıstık. sen benim olacaksın fıstık. benimmmm
psikosomatik üzerine notlar
taşındık ya, terk edilmiş bir servis gibi, 2003 yılından dosyalar, kartvizitler, kitaplar var orda burda. biz de iki huzursuz meraklı daldık her yere. servisi altüst ettik, daha doğrusu altüst bir servisten hazineler çıkardık: birkaç tane saat, aspirasyon makinesi, kalemlikler, kalemler, biblolar, kondisyon bisikleti(!), iki tane koltuk ve rutubet sinmiş sarı sarı kitaplar.. kitaplardan bir tanesi psikanalitik psikosomatik üzerineydi. ben de onu yol-kitabı yaptım. notlar da şöyle:
dermotozlarla ilgili olarak,
-deri egonun en dış sınırıdır ve emosyonel sembolizmin önemli bir öğesi olarak kabul görür. dökülen kuru cilt kadar akneli bir cildin de sunduğu veriler genel bağlamda benzerdir.
-deri anksiyetenin deşarj alanıdır: libidonun akıtıldığı, mazohistik itkilerin tatmin edildiği histerik gösteri merkezi.
-dermotozu olan kimselerin genellikle kamu bireyleri ile olan iletişimi sorunludur. çeşitli kozmetik ve tıbbi uygulamalar dermotoz kontrol altına alınmış olsa bile, bu kişiler olumsuz yaşantılar anında, geçmiş deneyimlerni anımsayarak şiddetli emosyonel reaksiyon gösterebilirler.
-cilt sorunları dolayısıyla dolaylı ya da dolaysız olarak çeşitli na-hoş yaklaşımlara maruz kalmışlardır, sorun-suz olma kriteriyle sıklıkla karşılaştırılmışlar ve "yenilmişlerdir". bu nedenle "kriter" hayatlarında önemli bir yer kaydeder ve ikincil araçlara yönelirler.
gastro-intestinal sistem ile ilgili olarak,
-mide sosyal alanda duygularla yakın ilişkide resmedilmektedir. tatsız konu, midesiz insan, durumu hazmetmek vs..
-nefret duyguları bağırsaklarla ilişkilendirilmiştir: bok, püsür vs.
-heyecani gerginlik ve ülserin rastlanma oranı pozitif korelasyon sunmaktadır.
*ilginç bir şekilde, ülserin özellikle dış çatışmaların halledilemediği zaman ortaya çıktığı kaydedilmiştir.
-mide hastalarının kişilk özelliklerinde anal kişiliği resmeden belli özellikler ön plana çıkar: ihtiras, güvensizlik, paraya düşkünlük, cimrilik, dış yapıda virilken içsel olarak feminenlik.
-bununla birlikte anne fiksasyonu da barizdir. yoğun biçimde bağımsızlık isteğinden dem vurular. çoğu hayatlarında yakınları tarafından früstre edilmişlerdir. Bunla birlikte atak, cesur, gösterişli davranışlar sergilerler. hırs, başarı, mevki vs. gibi ikincil araçlar ile kendilerini kabul ettirme çabası içindedirler.
[[burada oral represif itkilerin inkarı dolayısıyla bir bağımlılık-bağımısızlık ikilemine düştükleri kanaatindeyim ben. anneye-kadına dair duygulanımları oldukça muğlak. bir yandan yüce kadını aradıklarından, olduklarından, olmaya çalıştıklarından dem vuruken bir yandan da diğer kadnları-anneleri aşağılama, küçük düşürme, küçük görme, yerme eğilimindeler. ve oto-destrüktif biçimde sürekli yıkıcı, domine edici kadınlar ile iletişime geçme, ilişki kurma eğilimindeler. bu son durum bazı psikanalistler tarafından homoseksüel arzu ile ilişkilendirilmekte, ve hatta genel olarak obsesyonel kişilik homoseksüel itki ile ilişkilendirilmekte. fakat ben obsesyonel kişiliğin daha ziyade aseksüelleşme, illaki cinsiyet atfedilecekse eğer, erkeksileşme ile ilgili olduğunu düşünüyorum. ilk kertede erkeksileşmeden dem vurmamam bu kişiliklerin mazohist arzularının olmaması. sadece erkek olmak istiyorlar, pasifize olmaktan yokolmacasına uzak duruyorlar. bundan daha sonra bahsedeceğim]]
-mide hastaları bağlılığ-bağımsızlık çerçevesinde üç gruba ayrılıyorlar.
a. yalancı bağımsızlar: bağlılığı aşırı şekilde değersizleştirip aşağılık ile özdeşleştirme ve bağlılık duygularının hırs ve başarı ile kompanse edilmesi. hırs ve başarı ile gelen bağımsızlık kolaylığı, bağımsızlık duygusunun güçlendirilmesini sağlar.
b. pasif bağımlılar: pasif, çekingen, feminen..
c. pato-fizyolojik semptom gösterenler: [[yoğun acting-out yaşayanlar]] kuvvetli oral istekleri madde kullanımı, kumar, alkol ile tatmin etmeye çalışırlar.
evet. bu kadar şimdilik.
dermotozlarla ilgili olarak,
-deri egonun en dış sınırıdır ve emosyonel sembolizmin önemli bir öğesi olarak kabul görür. dökülen kuru cilt kadar akneli bir cildin de sunduğu veriler genel bağlamda benzerdir.
-deri anksiyetenin deşarj alanıdır: libidonun akıtıldığı, mazohistik itkilerin tatmin edildiği histerik gösteri merkezi.
-dermotozu olan kimselerin genellikle kamu bireyleri ile olan iletişimi sorunludur. çeşitli kozmetik ve tıbbi uygulamalar dermotoz kontrol altına alınmış olsa bile, bu kişiler olumsuz yaşantılar anında, geçmiş deneyimlerni anımsayarak şiddetli emosyonel reaksiyon gösterebilirler.
-cilt sorunları dolayısıyla dolaylı ya da dolaysız olarak çeşitli na-hoş yaklaşımlara maruz kalmışlardır, sorun-suz olma kriteriyle sıklıkla karşılaştırılmışlar ve "yenilmişlerdir". bu nedenle "kriter" hayatlarında önemli bir yer kaydeder ve ikincil araçlara yönelirler.
gastro-intestinal sistem ile ilgili olarak,
-mide sosyal alanda duygularla yakın ilişkide resmedilmektedir. tatsız konu, midesiz insan, durumu hazmetmek vs..
-nefret duyguları bağırsaklarla ilişkilendirilmiştir: bok, püsür vs.
-heyecani gerginlik ve ülserin rastlanma oranı pozitif korelasyon sunmaktadır.
*ilginç bir şekilde, ülserin özellikle dış çatışmaların halledilemediği zaman ortaya çıktığı kaydedilmiştir.
-mide hastalarının kişilk özelliklerinde anal kişiliği resmeden belli özellikler ön plana çıkar: ihtiras, güvensizlik, paraya düşkünlük, cimrilik, dış yapıda virilken içsel olarak feminenlik.
-bununla birlikte anne fiksasyonu da barizdir. yoğun biçimde bağımsızlık isteğinden dem vurular. çoğu hayatlarında yakınları tarafından früstre edilmişlerdir. Bunla birlikte atak, cesur, gösterişli davranışlar sergilerler. hırs, başarı, mevki vs. gibi ikincil araçlar ile kendilerini kabul ettirme çabası içindedirler.
[[burada oral represif itkilerin inkarı dolayısıyla bir bağımlılık-bağımısızlık ikilemine düştükleri kanaatindeyim ben. anneye-kadına dair duygulanımları oldukça muğlak. bir yandan yüce kadını aradıklarından, olduklarından, olmaya çalıştıklarından dem vuruken bir yandan da diğer kadnları-anneleri aşağılama, küçük düşürme, küçük görme, yerme eğilimindeler. ve oto-destrüktif biçimde sürekli yıkıcı, domine edici kadınlar ile iletişime geçme, ilişki kurma eğilimindeler. bu son durum bazı psikanalistler tarafından homoseksüel arzu ile ilişkilendirilmekte, ve hatta genel olarak obsesyonel kişilik homoseksüel itki ile ilişkilendirilmekte. fakat ben obsesyonel kişiliğin daha ziyade aseksüelleşme, illaki cinsiyet atfedilecekse eğer, erkeksileşme ile ilgili olduğunu düşünüyorum. ilk kertede erkeksileşmeden dem vurmamam bu kişiliklerin mazohist arzularının olmaması. sadece erkek olmak istiyorlar, pasifize olmaktan yokolmacasına uzak duruyorlar. bundan daha sonra bahsedeceğim]]
-mide hastaları bağlılığ-bağımsızlık çerçevesinde üç gruba ayrılıyorlar.
a. yalancı bağımsızlar: bağlılığı aşırı şekilde değersizleştirip aşağılık ile özdeşleştirme ve bağlılık duygularının hırs ve başarı ile kompanse edilmesi. hırs ve başarı ile gelen bağımsızlık kolaylığı, bağımsızlık duygusunun güçlendirilmesini sağlar.
b. pasif bağımlılar: pasif, çekingen, feminen..
c. pato-fizyolojik semptom gösterenler: [[yoğun acting-out yaşayanlar]] kuvvetli oral istekleri madde kullanımı, kumar, alkol ile tatmin etmeye çalışırlar.
evet. bu kadar şimdilik.
Saturday, August 22, 2009
ben de kendim gezerim! arkeoloji müzesi

yalnızca ayasofya mı?! hayır, arkeoloji müzesine de gittim. ama gezmeyi bitiremedim. yarın sabah yeniden gideceğim. telefonumu şarj edeceğim. tanrıların herbirinin resmini çekmeyi ve bloga geçmeyi düşünüyorum. yukarıdaki resim arkeoloji müzesinin girişi. yere düşen ikiye ayrılmış gölge de benim hayatımdaki kırığın göstergesi sanırım. ya da belki de iki farklı benin birbirine en yaklaştığı yer arkeoloji. simgeselle ilk karşılaştığım an. oysa hepsi biliyor muhteşem bir arkeolog olabilirdim ben. durmalsızın kazabilir, okuyabiliridim. fakat simgesele yenildim; çoğu insan gibi.
fotoğraf da düşürün gibi buğulu çıkmış. arkeolojinin kusursuz bir arzu nesnesi olduğunun yegane kanıtı belki de. iyi ki var ki ben de iyi bir ruh arkeologu olmak için çabalıyorum belki. hayatıma giren her şeyi, herkesi arkeolog hassasiyetiyle, arkeolog derinliği ile algılamaya çalışıyorum. kimbilir. belki de aslında gerçekten ruh arkeologu olmaktı istediğim ve ben de herkes gibi başrolünü oynadığım bir trajedi yazıyor; baki anlamsızlığıma neden atfediyorum. kimbilir!?

seraphim

görmek için onca çabadan sonra, göremediğim ama netten açılışının fotsunu bulduum seraphim meleği eski ahit kaynaklı. ibranice saraph'tan yani "ateş"ten türetilmiş, ateş meleklerinden biri. bizim cebrail, azrail, mikail kardeşlerin dördüncüsü ve en kıdemli olanı. tanrı'yı korumakla yükümlü. 6 kanadı var. 2 kanadı ile uçacak, 2 kanadı ile yüzünü kapıyor, 2 kanadı ile de ayaklarını. Bahsedildiği Isaiah (6:1–3)'ta İsa'nın gözünden şöyle tanımlanıyor:
"... I saw the Lord sitting upon a throne, high and lifted up; and His train filled the Hekhal (sanctuary). Above Him stood the Seraphim; each had six wings: with two he covered his face, and with two he covered his feet, and with two he flew."

Çatık kaşları ve öfkeli bakışlarını pek sempatik bulmadığımı fısıldayan bir sesle itiraf etmekle yetineyim şimdilik. fakat bu meleklerden ayasofyada birkaç tane daha varmış. ortaya çıkarıldıklarına ayasofyanın camiye dönüştürülme işkencesi de biter umarım, her daim inleyen bir sıkışmış ruh soluyorum çünkü ben ayasofyada..
feminist değilim, olmayacağım!

geçen gün v. ile epey ironik bir konuşma geçti aramızda.
y.:bıkbıkbık
v.:bıkbık da bıkbık bıkıbıkıbık da bıkıbıkta bıkıbı.... (bitmezz)
y.:ama ben feminist değilim, biliyorsun.
v.:böylesi daha kötü ya, keşke feminist olsaydın.
hayata bakış açım "gender" perspektifinden değildir, olmamıştır hiçbir zaman. hiçbir zaman da babamın deyişiyle "kuluçka makinesi" olma misyonunu sezmedim kendimde; oyuncaklarım hep boyalar, renkli kalemler, saçlarıyla oynayabilmem için uzun saçlı bebekler, babamın işyerinden getirdiği minik wolksvagen otomobiller, minyatür oda eşyaları, maketler, logolar filan olmuştur. anasınıfında annemin iş arkadaşının salak oğluyla ilk ve son oynadığım doktorculuk oyununda pipisini gördüğümde, ileride hayatındaki en kıymetli şeyi olacak 'çiş yapma yeri'nin köpeğim coni'ninkine benzediğini yüzüne söylemiş, belki de travmatize ettiğim ilk insan olarak kişisel tarihime geçirmiştim. ayrı sınıflarda çocukla liseyi beraber bitirdik. liseye kadar hiç kız arkadaşı olmadı, şimdi ne yapıyor bilmiyorum. neyse.
feminizmin pek çok türünün olduğu aşikar, fakat benim özellikle gıcık olduğum türü, "kadınlara hak verin" diye pankart açanlar, erkeklerden nefret edenler, erkeksiz bir dünyayı resmetmek için (!) lezbiyen olanlar; feminizm propagandası yapanlar, "ben çok eşit bir aileden geldim ama doğudaki kadınların haklarını savunuyorum" lutfedenler filan. özellikle doğudaki kadınların haklarını savunan, "eşit" kadınlara daha çok gıcığım. bir kere onlara sormak istiyorum: siz ne hadle sizden habersiz orda doğurup duran kadının hakkını savunuyorsunuz? siz kendinizi, kendinizce, onları savunan konumuna getirerek onları savunulacak zavallılar konumuna yerleştirme haddini nerden buluyorsunuz? hadi siz yüce gönüllerinizden bir parça ayırıp bu zavallıları savunmaya yeltendiniz diyelim, taksime gidip böğür böğür halay çekerek kameralara poz verdiğinizde onları nasıl temsil etmiş oluyorsunuz? kızkıza toplanıp yazıyrsunuz, tartışıyorsunuz filan ayrımcılığı. fakat erkek sineği bile almıyorsunuz aranıza, dinlemiyorsunuz. yıllar önce boğaziçi sirkinde bir feminist oyun sergilemiştiniz, afişin altında kocaman not: "sadece kadınlar girebilir." ulan diye sövmüştüm o zaman da, kızkıza altın günü formunda kadın erkek ayrımcılığını dert yanarak, kendinizi erkeklerden, o oyuna toplanarak toplumdan ayırarak, ayrımcılığın üstesinden nasıl gelmeyi düşünüyorsunuz?!
doğudaki kadın konusunda, ne güzel bir kampanya var "baba beni okula gönder" diye kardelen kampanyası. çok çok takdir etmiş, destek vermiştim o kampanyaya. doğudaki sorun kadın erkek sorunu değil, eğitim sorunudur hanımlar, size sesleniyorum. 10 çocuk doğuran 35 yaşındaki ayşe'yi "bak sen kadın olduğun için eziliyorsun, hakkını savun, herife verme; erkekler pistir, kakadır." diyerek değiştiremezsiniz. ayşe'ye tek faydanız ona doğurmaktan başka türlü bir hayatın da olduğunu göstermekten geçer. ayşe'nin kadın mı yoksa erkek mi olduğunu değil var mı yok mu olduğuna karar vermesi gerekir önce. ayşe sorgulamaya başladığı anda 10 çocuk doğurmaktan vazgeçecektir zaten büyük olasılıkla, gidip çalışacaktır, fallik öğeler edinerek simgesele dahil olacaktır. ki simgesel fallusla ilgilidir, sizin pipisi var diye üst konumda dediğiniz erkek misal pipisi olduğundan değil fallusu olduğundan oradadır. bana kadınlar erkek rolü üstlenip konum sahibi oluyor, konuma kavuşmak için erkeksileşiyor navalları okumayı. böyle yapınca tamamen gözümden düşüyorsunuz. simgesele dahiliyetin zorunlu kıldığı aktif, hareketli olma özelliklerini siz kendiniz erkeğe atfediyorsunuz.. ayy sıktınız beni gene. daha da sizden yazmam.
Thursday, August 20, 2009
yeni blog
blogumu seviyordum oysa . bu blog fazla beyaz. bugünlerde fazla siyahım. kendime minimal bir beyazlık aradıysam da ancak bu kadar akarabildim. dalgalanıyorum. duruluyorum. ipin üzerinde yürüyen bir cambaz misali yaşıyorum. ince, sezgisel var kalışlar: unkapanından şişliye neden yürür insan.. neyse ki yorgunluk iyi geliyor.. uyumak aptallaştırıyor. aptallık normal kılıyor.
hayatım -an lardan ibaret: kutsal üçlü: -an, -an, -an. herbiri tepeHaçı. herbiri ayrı ayrı, herbiri tüm bütün bir ölüm arHacı. hangisini tepe kılsam diğeri alınıyor, hiçbiri eş-an olmaya yanaşmıyor.. bense ölümüne taşıyorum, doğmaya gidiyorum.
hayatım -an lardan ibaret: kutsal üçlü: -an, -an, -an. herbiri tepeHaçı. herbiri ayrı ayrı, herbiri tüm bütün bir ölüm arHacı. hangisini tepe kılsam diğeri alınıyor, hiçbiri eş-an olmaya yanaşmıyor.. bense ölümüne taşıyorum, doğmaya gidiyorum.
Monday, August 17, 2009
tuhaf
bugünlerde ikimiz birden bir yalnızlık türküsüdür tutturduk. seslerimiz boğuk geliyor telefonda. kaba, isteksiz bir görev bilinci akıyor aramızda. yürüyorum ben. durmaksızın yürüyorum. annemi arıyorum. bir şey mi var, sesin kötü geliyor diyor, onu aradığım zamanlarda olduğu gibi, yok bir şey öylesine aradım diyorum. -dım- dediğima anda düğümleniyor boğazımda daha hızlı yürümeye başlıyorum. fiilleri çekiyorum, özneleri itiyorum: yalnızım, yalnızsın, yalnız. yalnızız, yalnızsınız, yalnızlar. herkese yakışıyor yalnızlık. hepimize ayrı ayrı yakıştırıyorum yalnızlığı.
denize varıyorum sonra. denizim. denizsin,, diyemeden sarı çorak toprak oluşun geliyor aklıma. çorak yüce toprak. bana bir şey ifade etmiyor sarı yüceliğin. yeşil huzurlu bir ova olmanı dilerdim. yeşil huzurlu bir ova olsaydın eğer, ege olurduk: huzurlu, sakin, gönençli. sarı bir yüce toprak olduğunda var olamıyoruz ne yazık ki. belki dubai: kavurucu, huzursuz, belirsiz. unutmak istiyorum. denizim deyip kalıyorum. denizim. denizim benim canım denizim. sesini dinliyorum. sesimi arıyorum. boğazımı temizliyorum. yanımdan biri geçiyor. ters baktığını düşünüyorum. paranoyamın yükseldiğinin ayırdına varıyorum o anda. paranoyamın yükselmesi depresyonumun göstergesi. kaç kaç kaç diye buyuruyorum ardından. yalnız kal. cismen yalnız kal ki ismi yalnızlıklar sarmasın etrafını. denize ardımı dönyorum. ardısıra, kaçarsıra koşuyorum. kendimden kaçıyorum. kendime varıyorum.
denize varıyorum sonra. denizim. denizsin,, diyemeden sarı çorak toprak oluşun geliyor aklıma. çorak yüce toprak. bana bir şey ifade etmiyor sarı yüceliğin. yeşil huzurlu bir ova olmanı dilerdim. yeşil huzurlu bir ova olsaydın eğer, ege olurduk: huzurlu, sakin, gönençli. sarı bir yüce toprak olduğunda var olamıyoruz ne yazık ki. belki dubai: kavurucu, huzursuz, belirsiz. unutmak istiyorum. denizim deyip kalıyorum. denizim. denizim benim canım denizim. sesini dinliyorum. sesimi arıyorum. boğazımı temizliyorum. yanımdan biri geçiyor. ters baktığını düşünüyorum. paranoyamın yükseldiğinin ayırdına varıyorum o anda. paranoyamın yükselmesi depresyonumun göstergesi. kaç kaç kaç diye buyuruyorum ardından. yalnız kal. cismen yalnız kal ki ismi yalnızlıklar sarmasın etrafını. denize ardımı dönyorum. ardısıra, kaçarsıra koşuyorum. kendimden kaçıyorum. kendime varıyorum.
15.08.09
sevgili günlük,
ben 15.08.09 tarihinden itibaren artık bambaşka biriyim; sana bunu tüm samimiyetimle açıklamak istedim. bambaşka biri olduğumu idrak edişim sevgili gogim, sevgili annem ve sevgili babam ile pek sevgili bir iğneada tepesinde çaylarımızı denize bakaraktan yudumladığımız anda haberlerde deniz bahçeli insanının böğür böğür bağırması nedeniyle zaten 3bucuk güncük olan 2 sene eşşşşşoooğğllluuuu eşşşşekkkk gibi çalışmanın ardından verdiğim/alabildiğim tatilin sükunetinin hop die frekans değiştirmesi neticesinde gerçekleşti. malumun, ben uzun zamandır seyrek ve derinden sinirlenen bir insana dönüşmüştüm. ama devlet bahçelinin tiksinç böğürgen sesi beni mahvetti. delirdim. tayyip birdi sen on oldun beea die baardım en trakyalı tarafımla. ailecek travmatize oldular billahi. ben de kendime inanamadım sevgili günlük gerçekten dolup taşmışım. neyse, girizgahı kısa kesip sadede gelelim.
devlet bahçeli diyordu ki onlar dağdan ineööörse biz çıkarıooooooz, diyordu ki kürt edebiyatı bölümü açööarsanıooooooz öcalanı da koordinatör yapıooonnnnn..
şimdi ben böyle doğma büyüme ulusalcı bir zihniyetim. ulusalcı dediysem bildiğin göçmen atatürkçülüğü. bundan daha sonra eserse bahsederim, şimdi kafamı şişiremeyeceğim.
neyse saded şöyle:
1- anladım ki atatürk GERÇEKTEN öldü.
2- anladım ki artık öğrenci andı'nın birlik hissi yaratabileceği bir gençlik yok.
3- anladım ki artık çalıkuşu öğretmenleri yok.
4- anladım ki tiksindiğim boğaziçinden farklı bir yer değil ordu ve senelerdir boğaziçindeki "yalama" tekniği ile işlemekte.
5- anladım ki asker, ülkenin her yerindeki ennn güzel yerlerde beleşe tatil yapar, çayı 10 kuruşa içer, üniforması-nişanı-rütbesi ile saygı görür, çocukları asker çocuğu olduğu için pozitif ayrımcılığa hak kazanır ve şeriat düpedüz tepeden inerken bir an önce emekli olup bu "hareketlilik"ten kurtulma planları yapar.
6- asker sokaktaki ulusalcı kadar bile ulusalcı değildir.
7- askeriyeye çayı 10 kuruşa içiren yemeyip "ödeyen" halktır. halk bunca yıl ödediğinin sadece "başbakana" gittiğini sanmış, ve sadece hükümete yüklenmiştir. oysa en fazla ödediği yer askeriyedir.
8- halk öder, zira terör vardır, askerin halkın parasıyla (vergi), canıyla (şehit) ödediğine ihtiyacı vardır.
(-)sahi halk ne için öder? ne pahasına öder? neyin borcudur ödediği?
9- anladım ki bunca yıl biz ulusalcılar bir sınıfı var etmiş, yüceltmişizdir. oysa bu sınıf ihtiyaç olduğunda bunca yıldır parsellediği arazilerde kaybolmayı seçmiştir. bu sınıf ki, ne atatürkçüdür (atatürkçü olanları da bir şekilde arıtmaktadır), ne ulusalcıdır, ne ilericidir, ne de kültürcü. statükocu, elitizm körü bir sınıftır bu.
...
bağır çağır bunları söyledim ben de. en azılı sosyalistlere, en kapital kaitalistlere atatürkçülüğü savunan, askeriyeyi koruyucu bilen ben 15.08.09 sabahında geçirdiğim bir sinir harbi neticesinde baba-nın-adı'nın yokluğunun ayırdına vardım. kültürü ilerleten, değerleri anımsatan bir kurumun olmadığını bilmek.. yerin ayaklarımın altından kaydığı bu zeminde kürtlerin neden öcalana, anadoludaki 11inde evlendirilen, karınlarından sıpanın, sırtlarından sopanın eksik edilmediği kızların, kadınların neden dine sarıldıklarının ayırdına vardım.
bir şekilde var kalmak gerekir. bir şeye inanmadan insan nasıl var olabilir...
ben 15.08.09 tarihinden itibaren artık bambaşka biriyim; sana bunu tüm samimiyetimle açıklamak istedim. bambaşka biri olduğumu idrak edişim sevgili gogim, sevgili annem ve sevgili babam ile pek sevgili bir iğneada tepesinde çaylarımızı denize bakaraktan yudumladığımız anda haberlerde deniz bahçeli insanının böğür böğür bağırması nedeniyle zaten 3bucuk güncük olan 2 sene eşşşşşoooğğllluuuu eşşşşekkkk gibi çalışmanın ardından verdiğim/alabildiğim tatilin sükunetinin hop die frekans değiştirmesi neticesinde gerçekleşti. malumun, ben uzun zamandır seyrek ve derinden sinirlenen bir insana dönüşmüştüm. ama devlet bahçelinin tiksinç böğürgen sesi beni mahvetti. delirdim. tayyip birdi sen on oldun beea die baardım en trakyalı tarafımla. ailecek travmatize oldular billahi. ben de kendime inanamadım sevgili günlük gerçekten dolup taşmışım. neyse, girizgahı kısa kesip sadede gelelim.
devlet bahçeli diyordu ki onlar dağdan ineööörse biz çıkarıooooooz, diyordu ki kürt edebiyatı bölümü açööarsanıooooooz öcalanı da koordinatör yapıooonnnnn..
şimdi ben böyle doğma büyüme ulusalcı bir zihniyetim. ulusalcı dediysem bildiğin göçmen atatürkçülüğü. bundan daha sonra eserse bahsederim, şimdi kafamı şişiremeyeceğim.
neyse saded şöyle:
1- anladım ki atatürk GERÇEKTEN öldü.
2- anladım ki artık öğrenci andı'nın birlik hissi yaratabileceği bir gençlik yok.
3- anladım ki artık çalıkuşu öğretmenleri yok.
4- anladım ki tiksindiğim boğaziçinden farklı bir yer değil ordu ve senelerdir boğaziçindeki "yalama" tekniği ile işlemekte.
5- anladım ki asker, ülkenin her yerindeki ennn güzel yerlerde beleşe tatil yapar, çayı 10 kuruşa içer, üniforması-nişanı-rütbesi ile saygı görür, çocukları asker çocuğu olduğu için pozitif ayrımcılığa hak kazanır ve şeriat düpedüz tepeden inerken bir an önce emekli olup bu "hareketlilik"ten kurtulma planları yapar.
6- asker sokaktaki ulusalcı kadar bile ulusalcı değildir.
7- askeriyeye çayı 10 kuruşa içiren yemeyip "ödeyen" halktır. halk bunca yıl ödediğinin sadece "başbakana" gittiğini sanmış, ve sadece hükümete yüklenmiştir. oysa en fazla ödediği yer askeriyedir.
8- halk öder, zira terör vardır, askerin halkın parasıyla (vergi), canıyla (şehit) ödediğine ihtiyacı vardır.
(-)sahi halk ne için öder? ne pahasına öder? neyin borcudur ödediği?
9- anladım ki bunca yıl biz ulusalcılar bir sınıfı var etmiş, yüceltmişizdir. oysa bu sınıf ihtiyaç olduğunda bunca yıldır parsellediği arazilerde kaybolmayı seçmiştir. bu sınıf ki, ne atatürkçüdür (atatürkçü olanları da bir şekilde arıtmaktadır), ne ulusalcıdır, ne ilericidir, ne de kültürcü. statükocu, elitizm körü bir sınıftır bu.
...
bağır çağır bunları söyledim ben de. en azılı sosyalistlere, en kapital kaitalistlere atatürkçülüğü savunan, askeriyeyi koruyucu bilen ben 15.08.09 sabahında geçirdiğim bir sinir harbi neticesinde baba-nın-adı'nın yokluğunun ayırdına vardım. kültürü ilerleten, değerleri anımsatan bir kurumun olmadığını bilmek.. yerin ayaklarımın altından kaydığı bu zeminde kürtlerin neden öcalana, anadoludaki 11inde evlendirilen, karınlarından sıpanın, sırtlarından sopanın eksik edilmediği kızların, kadınların neden dine sarıldıklarının ayırdına vardım.
bir şekilde var kalmak gerekir. bir şeye inanmadan insan nasıl var olabilir...
Monday, August 10, 2009
günbeti
bütün servisi illallah ettiren sevgili kontesimiz formundaydı bugün yine. millet sinirden ölürken ben kıkır kıkır gülüyorum hallerine. milletin normal bulduklarına da ben ölüyorum sinirden ya tabi orası ayrı konu. kapsama alanında kim varsa emirler yağdırıyor, emirlere itaat edenlere "sebastian" adını koyuyor, herkese perseküte, amerika tarafından beynine hiçbir aygıtın tespit edemeyeceği kadar küçük bir çip takıldığını ve bu çip sayesinde izlendiğini, önceden bu fikrin bir hezeyan olduğunu ama artık gerçeğe dönüştüğünü belirtiyor, parayı tedavülden kaldırmayı ve 'ezilmiş hakları' kurtaracğını söylüyor, hayatında "lan" bile dememiş bir kadınken "koduğumun orospusu şapşal şapşal bakma suratıma" gibi yaratıcı küfürler buluyor (çok güzel küfrediyor bu arada annanemden sonra ikinci onu seçtim :).. dolu dolu, şepşenlikli bir psikoz vakası yani!
"en arıza vakaların havale merkezi" lakabı takılan bendenize de havale edilmesi gecikmedi. karşıaktarım dinamiğimi çözümlewmek istemesem de bana perseküte olunmasına dayanamıyorum ya aman dedim ama el mahkum öyle uzaktan büyük Başkanın yokluğunun navallarını okumak kolay. sıkarsa kadını perseküte yapmadan konuştur, konuşturabilirsen..
psikozda ilk yaptıkları şey göz okumak. buna artık kanaat getirdim. herbirinde, tek tek derinlerden, kuşku dolu ama bir o kadar da incelikli bir bakış var. kanadı kırık kuş gibi. evet, yüzyılın na-romantiği olan bana kanadı kırık kuş gibi betimlemesini yaptırabilecek kadar kanadı kırık kuş gibi. ikinci yaptıkları şey laf yarıştırmak. zeki ve bir o kadar da incelikli derinlik testlerini geçmek gerekiyor. kesinlikle dili çok iyi kullanıyorlar. kesinlikle soyutlama güçleri muhteşem. kafiye ve ritm konusunda "intrinsic" bir yüksek algıları var. sanırım bu ikincil bir gerçeklik, ya da Gerçek'ten dönenle oluşan üst-gerçeklik kurmalarına yardımcı oluyor -şairin dizelerden, romancının bölümlerden bir dünya kurması gibi onlar da ahenkle akan kelimelrden bir şemsiye, bir kalkan, bir duvar oluşturuyorlar. fakat bu kalkan asla pembe renk değil; çoğu zaman dikenli, çoğu zaman siyah, çoğu zaman sivri -akla kirpiyi getiriyor. o şemsiye, o kirpi dikeni ki, seçici geçirgendir: dünyanın sözlerine karşı oluşturulmuştur o. eğer ki, farklı bir formda, farklı bir ruhta yaparsanız "sözde hücum"u, o anda işte, o ağır kalkanın altındaki kanadı kırık kuşu, yaralı baykuşu görürsünüz. her an uçuverecekmiş gibi labil, her an kırılıverecekmiş gibi hassas.. gidip gelir ilk görüşmede; bir yandan tutamaz gözyaşlarını, dğer yandan toparlanmaya çalışır. öyle ya, soğuk görünmek, güçlü durmak zorundadır. bugüne dek hiçkimsenin yanında ağlamamıştır, ağlamayacaktır da. sırf birisi onu gerçekten dinledi diye neden bu kararından şaşsındır ki!
sullivan'dı sanırım, koşulsuz bir kabul ve kusursuz bir mabettir ihtiyaçları diyen. bugün o ürkek kanatların altında farklı bir şey değildi benim de gördüğüm..
"en arıza vakaların havale merkezi" lakabı takılan bendenize de havale edilmesi gecikmedi. karşıaktarım dinamiğimi çözümlewmek istemesem de bana perseküte olunmasına dayanamıyorum ya aman dedim ama el mahkum öyle uzaktan büyük Başkanın yokluğunun navallarını okumak kolay. sıkarsa kadını perseküte yapmadan konuştur, konuşturabilirsen..
psikozda ilk yaptıkları şey göz okumak. buna artık kanaat getirdim. herbirinde, tek tek derinlerden, kuşku dolu ama bir o kadar da incelikli bir bakış var. kanadı kırık kuş gibi. evet, yüzyılın na-romantiği olan bana kanadı kırık kuş gibi betimlemesini yaptırabilecek kadar kanadı kırık kuş gibi. ikinci yaptıkları şey laf yarıştırmak. zeki ve bir o kadar da incelikli derinlik testlerini geçmek gerekiyor. kesinlikle dili çok iyi kullanıyorlar. kesinlikle soyutlama güçleri muhteşem. kafiye ve ritm konusunda "intrinsic" bir yüksek algıları var. sanırım bu ikincil bir gerçeklik, ya da Gerçek'ten dönenle oluşan üst-gerçeklik kurmalarına yardımcı oluyor -şairin dizelerden, romancının bölümlerden bir dünya kurması gibi onlar da ahenkle akan kelimelrden bir şemsiye, bir kalkan, bir duvar oluşturuyorlar. fakat bu kalkan asla pembe renk değil; çoğu zaman dikenli, çoğu zaman siyah, çoğu zaman sivri -akla kirpiyi getiriyor. o şemsiye, o kirpi dikeni ki, seçici geçirgendir: dünyanın sözlerine karşı oluşturulmuştur o. eğer ki, farklı bir formda, farklı bir ruhta yaparsanız "sözde hücum"u, o anda işte, o ağır kalkanın altındaki kanadı kırık kuşu, yaralı baykuşu görürsünüz. her an uçuverecekmiş gibi labil, her an kırılıverecekmiş gibi hassas.. gidip gelir ilk görüşmede; bir yandan tutamaz gözyaşlarını, dğer yandan toparlanmaya çalışır. öyle ya, soğuk görünmek, güçlü durmak zorundadır. bugüne dek hiçkimsenin yanında ağlamamıştır, ağlamayacaktır da. sırf birisi onu gerçekten dinledi diye neden bu kararından şaşsındır ki!
sullivan'dı sanırım, koşulsuz bir kabul ve kusursuz bir mabettir ihtiyaçları diyen. bugün o ürkek kanatların altında farklı bir şey değildi benim de gördüğüm..
Saturday, August 8, 2009
Minyatür Odalar Sergisi by Henry Kupjack
30 Eylül'e kadar uzatılmış; Rahmi Koç Müzesi'ndeymiş..
Billboardlarda gördüğümde çocukluğum geldi aklıma bir tane karton evim vardı 2 katlı, 4 odalı.. avizelerini endi ellerimle yapıştırmıştım. karton odalardan birine plastik viktoryen tarzı kırmızı oturma takımlarını sıkıştırmaya kalkmıştım da odayı yırtmıştım.. ah çocukluk, ah kırmızı viktoryenlerim, ah evin üst katında hala duran bir odası yırtık karton sarayım..
gidilecek, gidilecek..
Billboardlarda gördüğümde çocukluğum geldi aklıma bir tane karton evim vardı 2 katlı, 4 odalı.. avizelerini endi ellerimle yapıştırmıştım. karton odalardan birine plastik viktoryen tarzı kırmızı oturma takımlarını sıkıştırmaya kalkmıştım da odayı yırtmıştım.. ah çocukluk, ah kırmızı viktoryenlerim, ah evin üst katında hala duran bir odası yırtık karton sarayım..
gidilecek, gidilecek..

hayat
beni neden yoruyosun?
"ton balıklı makarna yedim. şimdi zencefil çayı yudumlamakta ve çay keyfi kıtırdatmaktayım.." hayatın yazıya sızması mı bu cümle yoksa sürekli yemeye başladığımın bir göstergesi mi.. filan, neyse.
kriz anlarında soğukkkanlı kalabilme gibi tanrıverdisi bir yetim bulunmakta efenim. bu sebeplen karşıma geçmiş durmaksızın sabuklamakta iken kendisi, sustum sadece. hayır, beklediğinin aksine öfkelenmedim, sinirlenmedim ve hatta umursamazlık da yapmadım. yalnızca sustum ve dinledim. momo gibi. sadece baktım öylece. yaktı, yıktı, temelleri sarstı, binaları yıktı, camileri, kiliseleri bizi yücelten yoklukları yok etti, kanalizasyonları elektik direklerinden geçirmeye yeltendi. özetle, yeniyetme şairimsikimsanki'nin de dizdiği üzere "dünyamızı altüst etti."
şimdi ben yıkık dökük bir şehrin kalıntılarının, istiflenmiş ölülerin arasında dolaşırken bir kez daha gökyüzüne bakıp, gözlerimi yumup, ellerimi kavuşturup, "olsun, olsun" dileye dilene, rengarenk bir harikalar diyarına daha dönüşsün istiyorum bu siyah beyaz karanlık.
sanırım, yine, yine ve yine, imkansızı istiyorum..
"ton balıklı makarna yedim. şimdi zencefil çayı yudumlamakta ve çay keyfi kıtırdatmaktayım.." hayatın yazıya sızması mı bu cümle yoksa sürekli yemeye başladığımın bir göstergesi mi.. filan, neyse.
kriz anlarında soğukkkanlı kalabilme gibi tanrıverdisi bir yetim bulunmakta efenim. bu sebeplen karşıma geçmiş durmaksızın sabuklamakta iken kendisi, sustum sadece. hayır, beklediğinin aksine öfkelenmedim, sinirlenmedim ve hatta umursamazlık da yapmadım. yalnızca sustum ve dinledim. momo gibi. sadece baktım öylece. yaktı, yıktı, temelleri sarstı, binaları yıktı, camileri, kiliseleri bizi yücelten yoklukları yok etti, kanalizasyonları elektik direklerinden geçirmeye yeltendi. özetle, yeniyetme şairimsikimsanki'nin de dizdiği üzere "dünyamızı altüst etti."
şimdi ben yıkık dökük bir şehrin kalıntılarının, istiflenmiş ölülerin arasında dolaşırken bir kez daha gökyüzüne bakıp, gözlerimi yumup, ellerimi kavuşturup, "olsun, olsun" dileye dilene, rengarenk bir harikalar diyarına daha dönüşsün istiyorum bu siyah beyaz karanlık.
sanırım, yine, yine ve yine, imkansızı istiyorum..
Sunday, August 2, 2009
günbeti
günlerdir saçmasapan kitapları okumaya, altlarını mavi-siyah üstlerini, fosforlu kalmelerle çizmeye çalışıyorum. bullshit bullshit diye sayıklarken kendimi susturmaya oku oku diye telkin etmeye çalışıyorum,, fakat nafile. olmuyor. ilgimi çekmeyen bir şeyi sırf müfredat diye okuyamıyorum anacım, o-kuu-yaa-mıı-yoo-rum! bu büyük Başka akademi benim içimi kaldırıyor son tahlilde, conflictualım, obsesyonelim, çok kasarsam hatta psikotiğim; büyük Başka benim, siktirin gidin gibilerinden isyanlarım geliyor, buhranlarımda boğuluyorum. akademiyi sevmiyorum anacım. nietzscheyim ben. dans eden yıldızım. erken gelmiş zerdüştüm. rahat bırakın beni. yağımda kavrulmak istiyorum diyorum. dinlemiyorlar anacım. bunu oku. bunu yap. kendimi rat in the maze gibi hissediyorum. birileri yukardan yolu ne kadar çabuk öğreneğim, diploma için ne kadar çabuk ve iyi koşacağım diye bakıp salak koşturmalarıma gülüyor gibi geliyor anacım. bakmayın bana demek istiyorum. görmeyin beni istiyorum. bak işte gördün mü böyle hepten psikopata bağlıyorum, rahat bırakın beni anacım,, sadece rahat... deyu deyu sayıklıyorum.. bak noldu şimdi dengemi gene altüst ettim. oysa ki ne güzel sabah kahvaltı etmiş, arada meyve yemiş, çıkan tek tük kaşlarımı almış, özenli bezenli bir insan evladı olmuştum. bakın nasıl da dağıttınız saçımı başımı, beni gene nasıl bir nevrotik yaptınız.. özetlen, sevmiyorum seni akademi, varlığına karşıyım.
hal böyleyken zar zor bir bölüm okuyabildikten sonra ecritden bir bölüm açıp kendimi ödüllendirmeye çalışırken bir şey dikkatimi çekti: şu gudik ayna evresinde fazlasıyla hayvana (özel olarak şempanzeye) atıfta bulunuyor. yani kendini tanımak diyordu lacan insani kendiliği hayvani kendilikten ayıran yegane özelliklerden bridir. bunu daha önce hegelci bir bağlamda okumuştum. bir üstünleşme çabası olarak. zira hegel için bilinç arttıkça ve eşzamanlı olarak kendine doğru derinleştikçe özbilince dolayısıyla daha üst bir kendiliğe doğru bir meyil gerçekleşiyor. sonra da şöyle bir kötü haber veriyor hatta hegel: bir kere derine indiniz mi asla yüzeye çıkamazsınız. bu bağlamda, hayvani kendiliğe olan atfın özbilince devinimden başka bir şey olmadığı sonucunu çıkarıvermiştim hemencecik.
fakat şimdiki bakışımda bir cümle dikkatimi çekti: "hayvanlar gerçekliğe (reality) insanlardan daha çok uyum sağlamıştır." ehömm. burda bulanık birşeyler var. gerçekliğin gerçek olmadığını ve sosyal miliu olduğunu filan ilk kerrtede söylesek bile yine de birşeyler bulanık. neydi yeniden bakalım. işbu evrede bebek kendini bir bütün olarak görüyor, kendini btün olarak hissetmese de. ve karşıısnındaki imgede yanlış tanıma (meconnaissance) ile bir imgesel bütünlüğe erişiyor. dolayısıyla imgesel (n.başer buna hayali deiyor, ki bence bu noktada tam da yerinde:) yani imgesel kendilik de aslında gerçek değil, hayali. bir ummaya, bir varsayıma, bir sezgisel ilerleme fikrine dayanıyor. bu imgesel özdeşleşme, ki hayali özdeşleşme dediğimde sanırım daha açıklayıcı olacak, bir kırılmayı da tarifliyor bir bakıma.. bildik ideal-ego vs. ego-ideali mevzunu geçiyorum.
kırılma çünkü, kendini eksik olduğu halde bütün kabul ettiği anda eksikli olma bilgisini kendinde gizlemiş oluyor bebek. kendini kendisine hapsediyor yani. eksik de olsa tam görünüyor olduğunun aksak ritmiyle yaşamaya başlıyor. bu da sosyal gerçekliğe karşı nevrotik bir tutumu, winnicottçu dilde söylersek false-selfler dünyasını, laing'e atıf yaparsak şizogen yapuları doğuruyor. yani we are all in a truman show. everybody knows who they are but "act"s someone else.
bu bağlamda gerçekliğe daha çok uyum sağlayan hayvanların hayatlarının bizimkinden daha gerçek olduğu söylenebilir. hayvanın en amiyane tabirle rol yapmasına gerke yoktur zira. rol yapmasına olanak tanıyan bir mecra da yoktur. her şey basit bir neden sonuç denkleminde işlemektedir -bizim gözümüzden. onlarca ise sezgisel bir denklemde. doğa verir onlar alır. onlar uyum sağlamak zorundadır. fakat biz insanlar kendimizde intrinsic bir doğayı değiştirme misyonu görüyoruz. kendimizi bile. bu tuhaf samimiyetsizlik mesela benim psikotik tablolarda çok sık karşıma çıkıyor. insani değerlere, samimiyete, olduğu gibiliğe çok fazla atıf vardır psikozda. dağınığım der. dağınıktır da. dağınığız da hepimiz. ama bunu dile getirmeyiz. nevrotik sezer de dile getirmez, normotik gerçekliğini unutacak kadar itimiştir bilincinin dışına bu duygutyu. hal böyleyken psikozun bir hayvan kendiliğe geri dönüş olabilceği söylenebilir mi? kimbilir.
hal böyleyken zar zor bir bölüm okuyabildikten sonra ecritden bir bölüm açıp kendimi ödüllendirmeye çalışırken bir şey dikkatimi çekti: şu gudik ayna evresinde fazlasıyla hayvana (özel olarak şempanzeye) atıfta bulunuyor. yani kendini tanımak diyordu lacan insani kendiliği hayvani kendilikten ayıran yegane özelliklerden bridir. bunu daha önce hegelci bir bağlamda okumuştum. bir üstünleşme çabası olarak. zira hegel için bilinç arttıkça ve eşzamanlı olarak kendine doğru derinleştikçe özbilince dolayısıyla daha üst bir kendiliğe doğru bir meyil gerçekleşiyor. sonra da şöyle bir kötü haber veriyor hatta hegel: bir kere derine indiniz mi asla yüzeye çıkamazsınız. bu bağlamda, hayvani kendiliğe olan atfın özbilince devinimden başka bir şey olmadığı sonucunu çıkarıvermiştim hemencecik.
fakat şimdiki bakışımda bir cümle dikkatimi çekti: "hayvanlar gerçekliğe (reality) insanlardan daha çok uyum sağlamıştır." ehömm. burda bulanık birşeyler var. gerçekliğin gerçek olmadığını ve sosyal miliu olduğunu filan ilk kerrtede söylesek bile yine de birşeyler bulanık. neydi yeniden bakalım. işbu evrede bebek kendini bir bütün olarak görüyor, kendini btün olarak hissetmese de. ve karşıısnındaki imgede yanlış tanıma (meconnaissance) ile bir imgesel bütünlüğe erişiyor. dolayısıyla imgesel (n.başer buna hayali deiyor, ki bence bu noktada tam da yerinde:) yani imgesel kendilik de aslında gerçek değil, hayali. bir ummaya, bir varsayıma, bir sezgisel ilerleme fikrine dayanıyor. bu imgesel özdeşleşme, ki hayali özdeşleşme dediğimde sanırım daha açıklayıcı olacak, bir kırılmayı da tarifliyor bir bakıma.. bildik ideal-ego vs. ego-ideali mevzunu geçiyorum.
kırılma çünkü, kendini eksik olduğu halde bütün kabul ettiği anda eksikli olma bilgisini kendinde gizlemiş oluyor bebek. kendini kendisine hapsediyor yani. eksik de olsa tam görünüyor olduğunun aksak ritmiyle yaşamaya başlıyor. bu da sosyal gerçekliğe karşı nevrotik bir tutumu, winnicottçu dilde söylersek false-selfler dünyasını, laing'e atıf yaparsak şizogen yapuları doğuruyor. yani we are all in a truman show. everybody knows who they are but "act"s someone else.
bu bağlamda gerçekliğe daha çok uyum sağlayan hayvanların hayatlarının bizimkinden daha gerçek olduğu söylenebilir. hayvanın en amiyane tabirle rol yapmasına gerke yoktur zira. rol yapmasına olanak tanıyan bir mecra da yoktur. her şey basit bir neden sonuç denkleminde işlemektedir -bizim gözümüzden. onlarca ise sezgisel bir denklemde. doğa verir onlar alır. onlar uyum sağlamak zorundadır. fakat biz insanlar kendimizde intrinsic bir doğayı değiştirme misyonu görüyoruz. kendimizi bile. bu tuhaf samimiyetsizlik mesela benim psikotik tablolarda çok sık karşıma çıkıyor. insani değerlere, samimiyete, olduğu gibiliğe çok fazla atıf vardır psikozda. dağınığım der. dağınıktır da. dağınığız da hepimiz. ama bunu dile getirmeyiz. nevrotik sezer de dile getirmez, normotik gerçekliğini unutacak kadar itimiştir bilincinin dışına bu duygutyu. hal böyleyken psikozun bir hayvan kendiliğe geri dönüş olabilceği söylenebilir mi? kimbilir.
Saturday, August 1, 2009
"timsahne" üzerine bir çeşitleme

haftalardır kafamı kurcalayıp duran bir mevzuya, hafamı kurcaladığından olsa gerek bugün yeniden rastlayınca biraz üzerine konuşmanın iyi olacağını düşünmeye başladım. bu oidipal sahnenin rüyada görülmesi mevzusunda, pek çokları gizil bir arzunun gerçekleştirildiği anda korku ve telaştan uyanma gibi bir öyküden dem vuruyor: -o denli kokrkunçtu ki, dayanamayıp uyandım-. bana bu açıklama mantıksız görünüyor ve açıkçası ben burada tamamlanamamış bir Oidipal senaryo da görmüyorum. teorik formülasyonlara girmeden yorumlamaya çalışacağım: rüya bir tersine çevirme formu olarak işlev görür. bu önemli. fakat elbette bu piponun bazen pipo olduğunu değiştirmez. fakat pipoyu her zaman sadece pipo da yapmaz.
önce pipoya bakalım. düşlerin yorumu'na göre pipo ancak haz nesnesi olmadığı zaman bir pipodur, yani pipo tutkusu yüzünden kanser olan freud için değil, tütün bağımlısı için de değil, hatta oral kişilik örgütlenmesini tarifleyebilen alkol bağımlısı için bile değil. rüyada geçen sözkonusu nesne pipoysa ya da biberon ya da meme, bu kişinin kişilik örgütlenmesine göre yorumlanır. oral tipteyse, özellikle dikkat edilir filan. pipo, sadece pipo olmadığında ise rüya iki düzeyde bir sembolizasyondan arıtma işlemine tabi tutulur. sözkonusu olan iki dereceli bir tersine çevrilmedir. yani hezeyanlarda sıklıkla rastladığımız "benden nefret ediyor",, ilk tersine çevrilmede/düze evirmede "beni seviyor",, ikincisinde ise "onu seviyorum"a dönüşür.
burada pipo ve pipo değili birbirinden ayıran kişinin nesneye yüklediği otantik anlamdır nihayetinde. kişinin nesneye yüklediği "duygu", "anlam"dır bizi ilgilendiren. oidipal sahne mevzusuna buradan geri baktığımızda burada tahammül edilemezliği görürüz -o kadar korkunçtu ki, dayanamayıp uyandım-. Burada kişinin belirttiği duygu tam olarak korku, hiçlik duygusu ve dehşet karışımı bir histir ve hiçbir şekilde şehvet tariflememektedir:işte "bu" piponun sadece pipo olmadığının bir imgesi. öyle ki dinlerken gözüme çocukluğumdan capcanlı bir imge ve o imge eşliğinde annemle yaptığımız konuşma geldi:
gazetelerin kitap armağan ettiği o güzel eski günlerde babam bana bir sürü kitap biriktirmişti. içlerinden biri, koyu yeşil renkte, kapağında papağan olan "yağmur ormanları" isminde bir kitaptı. iç sayfaların birinde bir timsah kocaman ağzını açmıştı ve bir leylek benzeri kuş onun dişlerinin arasındaydı. irkilmiştim. gördüğüm ilk timsahtı hayatımda. anneme bu kuşu yemez mi diye sormuştum, çekiştirerek kolundan hem de. hayır demişti bana, kuş timsahın ağzındakilerle besleniyor. peki ya kapatırsa ağzını, ya timsahın boğazına doğru giderse, ya timsahın içine kaçarsa diye üstelemiştim epey. o anki korkuma, kuş için üzüntüme benzer bir duyguydu tariflediği. korkunçtu, dayanamıyordu buna. ya içine kaçarsa annenin, ya girerse geldiği yere.. tesadüftür ki, rüyayı anlattıktan sonra durup sizce deliriyor muyum? diye sordu bana. bu delilik işareti mi?
Subscribe to:
Posts (Atom)