asıl nefret ettiğim neydi biliyor musun günlük?
oturdum iki gündür üşenmedim aynı bataryayı iki kere yaptım. emin olmak istedim günlük, kendimi yanlışlamak istedim. ah işte yine bir kar-delendi karşımdaki, en beyaz masumiyetiyle, zıpkın gibi fişşek gibi zehir gibiydi ama çürümekteydi işte.. çürüyen bir kardelen gördüm henüz 8 yaşında.. büyümeden çürüyen.. girmeyeceğim ayrıntısına.. ne kadar delicesine koşsam da kumsalda, ne kadar avuç avuç fırlatsam da okyanusa, ölüyor bu deniz yıldızları be günlük, ölüyorlar!! koduğumun kaderine direnemiyorum, yapamıyorum :'(
Saturday, November 28, 2009
hiçbir kayıp kaybolmaz
sevgili günlük,
sana bu satırları yazarken murat bardakçı beyfendi tamburunu tıngırdatmakta habertürkte ve tam ben başlığı tıkladığım anda hiç adeti olmadığı halde pek sofistike bir cümle döküldü dilinden: hiçbir kayıp kaybolmaz.. ben yine de presiner'in lacrimosa'sını tercih ederim onun tamburisi yerine..
biliyorsun uzundur yazamıyordum. yazamama fikrine eşlik eden bir yazamayacak olma korkusunu örten meşguliyet sisiydi sanırım üzerime çöken..
kendimi o 6 kişilik buluşmanın ardından bir molekülmüş de inadına koyu mavi bir evrende yüzüyormuş gibi hissetmiştim. o gece çok üşüdüğümü hatırlıyorum. uzundur hiç o denli üşümemiş, beynime kazınmış bir nefes ko(r)kusuna saplanmamıştım. gözümün önünden hiç gitmeyen bir avucun kader çizgisi üzerine çaprazlamasına atılmış tırnak izi; pıhtılaşmadan çizgi boyunca akmış kan da cabası.. ben kanatmıştım, bilerek isteyerek. iz öncesi öylesi anlarda gözümün önüne çocukluğumda izledim düdük makarnasılı filmden bir karate sahnesi gelir normalde: karşımdaki kişiyi kolundan tutar ve var gücümle yere fırlatırım sırtüstü. o fırlatma anında, yere çarpanken çıkardığı hayali boğuk ses ile birlikte tüm öfkem kaybolur. çocukluğumdan beri böyledir. fantazimde o denli güçlüyümdür ki kolundan tuttuğum gibi havada daire çevirtir, "yerle bir ederim adamı!". bu replik de bana aynı dönemlerden birlikte öbür mahallenin çocuklarını dövmeye gittiğimiz erkan abimden yadigardır. fantazimin ne üzerine kurulduğu ve nasıl sonuçlandığı üzerinden analizimi yapmak son derece anlamsız, kendisi kendisini bu denli açık ederken.
neyse, o anda beni fantazim bile kurtaramamıştı ne yazık ki. hiç bu kadar nefret potansiyelimin olduğunu farketmemiştim o güne dek. en az benimki kadar canını acıtmak istedim -söz çoğunlukla yetersiz kalırdı zira kendisine. pişman değilim. yaptım. içimin milyonda biri kadar kanattım ve yetmemiş olduğunu gözlerinde gördüğümde elimden hiçbirşey gelemeyeceğinin bir kez daha farkına vardım..
evrenin bana çok uzak göründüğü olmuştur. insanları teker teker hayvanlara benzettiğim, kuyrukları ile dolaştıklarını gerçekten gördüğüm, o zamanlarda bana son derece kesin gelen bir sınıflandırma süzgecinden türlü senaryolara oturttuğum.. böyle zamanlarda ben her daim yazan bir çift el (sadece el) ve izleyen gözden ibaret olurdum. haftalarca göz ve elden ibaret yaşadığım zamanlarda ölmüştür tüm yeşimler. milyonlarca benin katiliyken ben birilerine acımak her zaman öfkelendirir beni. merhametsiz olmakla belli belirsiz gurur duyarım hatta. merhametsiz olabilmek için çok fazla merhametlilik darbesi yemiş olmak ve her darbenin ardından daha güçlü, daha daha güçlü olarak yeniden doğmayı "becerebilmiş" olmak gerekir. evet, "becermek" tüm anlamlarıyla!
velhasıl, o geceden beri hakikaten o dünyayı bir koyu mavi evrene benzetmekte, orada tıpkı gerçekten uzaydaymışım gibi nefes alamamakta, kendimi bir yersiz yurtsuz molekül gibi hissetmekteyim.. bugün bayramda kimseye neler yaptığımı anlatmadım, yüzüme baktıklarında duymaya gerek olmadığını söylediler çünkü. ben hayatım boyunca yalnızdım ve hatta yapayalnız. sizin şımarık sikindirik bohemliğinizin "çeşnisi" değildi bu, ve sizin sikindirik "ruhsal" acınızın başkasını yaşadım ben. benim öğrendiğim budur hayatımdan ve emin olun ki herbirinizi buram buram kanatmak pahasına vazgeçmeyeceğim kendiliğimden!
her ölüm yalnız ölümdür evet. o soğukta, çoktan ölmüş de yaşam kokuşmakta olan bana yeni bir yine bahşettim yeniden! çok eskilerden bir kalıntı yeniden: "bıçağın keskin yüzünde yüzümün yansımasını gördüm, feriştahınız gelse, ölmem ben!"
sana bu satırları yazarken murat bardakçı beyfendi tamburunu tıngırdatmakta habertürkte ve tam ben başlığı tıkladığım anda hiç adeti olmadığı halde pek sofistike bir cümle döküldü dilinden: hiçbir kayıp kaybolmaz.. ben yine de presiner'in lacrimosa'sını tercih ederim onun tamburisi yerine..
biliyorsun uzundur yazamıyordum. yazamama fikrine eşlik eden bir yazamayacak olma korkusunu örten meşguliyet sisiydi sanırım üzerime çöken..
kendimi o 6 kişilik buluşmanın ardından bir molekülmüş de inadına koyu mavi bir evrende yüzüyormuş gibi hissetmiştim. o gece çok üşüdüğümü hatırlıyorum. uzundur hiç o denli üşümemiş, beynime kazınmış bir nefes ko(r)kusuna saplanmamıştım. gözümün önünden hiç gitmeyen bir avucun kader çizgisi üzerine çaprazlamasına atılmış tırnak izi; pıhtılaşmadan çizgi boyunca akmış kan da cabası.. ben kanatmıştım, bilerek isteyerek. iz öncesi öylesi anlarda gözümün önüne çocukluğumda izledim düdük makarnasılı filmden bir karate sahnesi gelir normalde: karşımdaki kişiyi kolundan tutar ve var gücümle yere fırlatırım sırtüstü. o fırlatma anında, yere çarpanken çıkardığı hayali boğuk ses ile birlikte tüm öfkem kaybolur. çocukluğumdan beri böyledir. fantazimde o denli güçlüyümdür ki kolundan tuttuğum gibi havada daire çevirtir, "yerle bir ederim adamı!". bu replik de bana aynı dönemlerden birlikte öbür mahallenin çocuklarını dövmeye gittiğimiz erkan abimden yadigardır. fantazimin ne üzerine kurulduğu ve nasıl sonuçlandığı üzerinden analizimi yapmak son derece anlamsız, kendisi kendisini bu denli açık ederken.
neyse, o anda beni fantazim bile kurtaramamıştı ne yazık ki. hiç bu kadar nefret potansiyelimin olduğunu farketmemiştim o güne dek. en az benimki kadar canını acıtmak istedim -söz çoğunlukla yetersiz kalırdı zira kendisine. pişman değilim. yaptım. içimin milyonda biri kadar kanattım ve yetmemiş olduğunu gözlerinde gördüğümde elimden hiçbirşey gelemeyeceğinin bir kez daha farkına vardım..
evrenin bana çok uzak göründüğü olmuştur. insanları teker teker hayvanlara benzettiğim, kuyrukları ile dolaştıklarını gerçekten gördüğüm, o zamanlarda bana son derece kesin gelen bir sınıflandırma süzgecinden türlü senaryolara oturttuğum.. böyle zamanlarda ben her daim yazan bir çift el (sadece el) ve izleyen gözden ibaret olurdum. haftalarca göz ve elden ibaret yaşadığım zamanlarda ölmüştür tüm yeşimler. milyonlarca benin katiliyken ben birilerine acımak her zaman öfkelendirir beni. merhametsiz olmakla belli belirsiz gurur duyarım hatta. merhametsiz olabilmek için çok fazla merhametlilik darbesi yemiş olmak ve her darbenin ardından daha güçlü, daha daha güçlü olarak yeniden doğmayı "becerebilmiş" olmak gerekir. evet, "becermek" tüm anlamlarıyla!
velhasıl, o geceden beri hakikaten o dünyayı bir koyu mavi evrene benzetmekte, orada tıpkı gerçekten uzaydaymışım gibi nefes alamamakta, kendimi bir yersiz yurtsuz molekül gibi hissetmekteyim.. bugün bayramda kimseye neler yaptığımı anlatmadım, yüzüme baktıklarında duymaya gerek olmadığını söylediler çünkü. ben hayatım boyunca yalnızdım ve hatta yapayalnız. sizin şımarık sikindirik bohemliğinizin "çeşnisi" değildi bu, ve sizin sikindirik "ruhsal" acınızın başkasını yaşadım ben. benim öğrendiğim budur hayatımdan ve emin olun ki herbirinizi buram buram kanatmak pahasına vazgeçmeyeceğim kendiliğimden!
her ölüm yalnız ölümdür evet. o soğukta, çoktan ölmüş de yaşam kokuşmakta olan bana yeni bir yine bahşettim yeniden! çok eskilerden bir kalıntı yeniden: "bıçağın keskin yüzünde yüzümün yansımasını gördüm, feriştahınız gelse, ölmem ben!"
Tuesday, October 27, 2009
Saturday, October 10, 2009
Friday, September 18, 2009
"sen ki ey ruh canavar kalacak, bölünerek yok olacaksın!"
"sen ki ey ruh, canavar kalacak ve bölünerek yok olacaksın!"
kendimi bir cendereye sıkışmış hissediyorum. nefes alamıyorum. iliklerime kadar yalnızlık hissediyorum. yanımda birileri varken de, en içimi en dışmışçasına paylaşırken de, en arkada sessizce otururken de, birşeyler atıştırır insanları dinlerken de, uyurken de, istiklalde "akmaya" giden kalabalığın arasında akarken de.. rüyamda hayalet olduğumu görüyorum, rüyamda vücudumun arkasını görüyorum..
yapmak istediklerimin olduğu bir zaman dilimine saplanmış olmayı istediğim zamanları anımsıyorum. bir değişimin sancıları gibi geliyor bu nefes alamayışlar, bu ölüm tellali ölü duruşlar, bu ölü sevicilik hali, her şey herkes olduğu gibi olduğu anda kalsın isteği.. herbiri tek tek bana ne kadar yalnız olduğumu anımsatıyor. işte tam bu anda zeyneple oturduğumuz ortaköy sahilinde bacaklarımızı denize sarkıtmış hangi denizanalarının zehirli olduğunu nasıl anlayabileceğimize dair yaptığımız konuşma geliyor. bir benim bacaklarım sallanıyor ileri geri bir onun.
konuşmanın aslında insanlarla ilgili olduğunu şu an idrak edebiliyorum. denizanaları diyordu zeynep ne'liklerini içlerinde taşırlar. içinin mor ya da pembe olduğunu gördüğün denizanaları tehlikelidir. zehirin yoğunluğub denizanasının farkedilebilirliğini arttırır. mesela mor içli bir denizanası pemben içliden daha farkedilebilir ve daha zehirlidir. yani denizanalarının zehirlileri fark edilebilir.
bense tipik paranoid tutumumla deniznalarının beyaz olanlarının da zehirli olabileceğini, denizanalarını iyi ya da kötüdiye dışarıdan değerlendiremeyeceğimizi ve bu yüzden her zaman temkinli olmamamız gerektiğini savunuyordum. ve hatta diyordum kaldırarak o zaman da böyle ince olan kaşlarımı, içi mor ya da pembe olan bir denizanası da aynı şekilde zehirsiz olabilir.
zeynep bu mantıkla denizde yüzülemeyeceğini söylüyor bunun üzerine ve bana soruyor zafer kazanmış bal rengi bir edayla: "yüzerken denizanası görünce çıkıyor musun denizden?". "evet" diyoorum ben de hiç de aşağı kalmayan bir sedayla, "denizanası tehlikeden öte kirlilik göstergesidir; denizanası olan denizde yüzmem".
haha diye bir mağrur kahkaha patlatıyor bunun üzerine, "bütün denizler birbirine bağlı. Yüzmeyi unut o zaman sen!"
zaman ve uzamla zeynep kaşlarını inceltti, aslaasla sayıklarken gözlük yerine lens takmaya başladı, insanları nasıl faka bastırdığının şen hikayelerini anlatmaya başladı. bense temiz kaldım. yüzmedim hiçbir denizde, kıyıda güneşlenmeyi yeğledim. faka basılanların öykülerini dinledim. onlara onlarla birlikte üzüldüm.
şimdi. o ana geri dönseydik eğer, düşünüyorum da, yine de denizanası olan denizde yüzerim diyemiyorum. faka basmak mı bu, kimbilir!
kendimi bir cendereye sıkışmış hissediyorum. nefes alamıyorum. iliklerime kadar yalnızlık hissediyorum. yanımda birileri varken de, en içimi en dışmışçasına paylaşırken de, en arkada sessizce otururken de, birşeyler atıştırır insanları dinlerken de, uyurken de, istiklalde "akmaya" giden kalabalığın arasında akarken de.. rüyamda hayalet olduğumu görüyorum, rüyamda vücudumun arkasını görüyorum..
yapmak istediklerimin olduğu bir zaman dilimine saplanmış olmayı istediğim zamanları anımsıyorum. bir değişimin sancıları gibi geliyor bu nefes alamayışlar, bu ölüm tellali ölü duruşlar, bu ölü sevicilik hali, her şey herkes olduğu gibi olduğu anda kalsın isteği.. herbiri tek tek bana ne kadar yalnız olduğumu anımsatıyor. işte tam bu anda zeyneple oturduğumuz ortaköy sahilinde bacaklarımızı denize sarkıtmış hangi denizanalarının zehirli olduğunu nasıl anlayabileceğimize dair yaptığımız konuşma geliyor. bir benim bacaklarım sallanıyor ileri geri bir onun.
konuşmanın aslında insanlarla ilgili olduğunu şu an idrak edebiliyorum. denizanaları diyordu zeynep ne'liklerini içlerinde taşırlar. içinin mor ya da pembe olduğunu gördüğün denizanaları tehlikelidir. zehirin yoğunluğub denizanasının farkedilebilirliğini arttırır. mesela mor içli bir denizanası pemben içliden daha farkedilebilir ve daha zehirlidir. yani denizanalarının zehirlileri fark edilebilir.
bense tipik paranoid tutumumla deniznalarının beyaz olanlarının da zehirli olabileceğini, denizanalarını iyi ya da kötüdiye dışarıdan değerlendiremeyeceğimizi ve bu yüzden her zaman temkinli olmamamız gerektiğini savunuyordum. ve hatta diyordum kaldırarak o zaman da böyle ince olan kaşlarımı, içi mor ya da pembe olan bir denizanası da aynı şekilde zehirsiz olabilir.
zeynep bu mantıkla denizde yüzülemeyeceğini söylüyor bunun üzerine ve bana soruyor zafer kazanmış bal rengi bir edayla: "yüzerken denizanası görünce çıkıyor musun denizden?". "evet" diyoorum ben de hiç de aşağı kalmayan bir sedayla, "denizanası tehlikeden öte kirlilik göstergesidir; denizanası olan denizde yüzmem".
haha diye bir mağrur kahkaha patlatıyor bunun üzerine, "bütün denizler birbirine bağlı. Yüzmeyi unut o zaman sen!"
zaman ve uzamla zeynep kaşlarını inceltti, aslaasla sayıklarken gözlük yerine lens takmaya başladı, insanları nasıl faka bastırdığının şen hikayelerini anlatmaya başladı. bense temiz kaldım. yüzmedim hiçbir denizde, kıyıda güneşlenmeyi yeğledim. faka basılanların öykülerini dinledim. onlara onlarla birlikte üzüldüm.
şimdi. o ana geri dönseydik eğer, düşünüyorum da, yine de denizanası olan denizde yüzerim diyemiyorum. faka basmak mı bu, kimbilir!
Sunday, September 6, 2009
gün-çirkin-beti
opera unutturuyor. bu opera merakı ne zaman musallat oldu başıma? hımhımhım. hani o 5 cdlik arşiv elime geçtiğinden beri. son ses açıp, sevdiğim ışığı yakıp, boylu boyunca uzanıp melodide kaybolmaktan çok hoşlanıyorum. o kadar hoşlanıyorum ki aman yarabbim libidomun sıfırlandığını hissediyorum. libidoyu sıfırlamak çok güzel bir defans. tavsiye ederim. özellikle pasif agresif tutumlara mecburkalırsanız filan. neyse bu kadar kendimi ifşa yeter. opera güzel. her şeyden önce iç acıtmıyor, yakmıyor; kırmızı değil rengi. mavi masmavi bir rengi var operanın. böyle buz kristalleri akıyor gözlerden. muhteşem bir his. buzlar ülkesinden bildiriyor gibi oluyorsun, duyguların buz tutmuş oluyor ki ertesi sabah kalkıp gidip soğukluğun sükunetinden huzur filan dağıtıyorsun. yok huzur dağıtan biri olmadım hiçbir zaman. ben her zaman uçurumun kenarında dans edebileceklerini göstermeye çalıştım insanlara. uçurum kenarı olmasına rağmen atlamadan var kalabilmeyi. demiştim ya daha önce de ben asla ama asla amanııınnn canım canım canım ne kaddar tatlısın sen amanın da seni kimler üzmüş tü ka ka modunda birisi olamam, ben anaç anne olamam. benim annem hiç anaç olmadı bir, ben uzak bir baba olamyı kendime daha çok yakıştırdım veyahut bana bu rol biçildi bu iki. neyse. ben aslında buraya başka bieşy söylemek için gelmiştim, fakat unuttum. unutmak da ayrı bir defans. neyden defans, kimden defans,, aman yarabbim yoksa artık normal bir insan mı oluyorum!? bakın ben de çıplak yollarda koşmayı savunmak, insanlarla tüm çıplaklığımla iletişlime girmek yerine her normal insan gibi defans uyguluyorum, yaşasın normal oluyorum!
Monday, August 31, 2009
de ki
vakitlerden bir akşamüstüdr ve peşinsıra uzanan kelebekli yolda binlerce böcek ölüsünü ardında bırakmışsındır. bir arabanın arka camındaki buğuları itip elinin tersiyle, ardındaki kendine son bir bakış atmış, bir elveda dahi demeden siktirip gitmişsindir. elveda dememenin bedelini gördüğün her kurtçuğa, her böcekçiğe, yumuşakçaya vesaire öderken, bir yandan da simgesel yasanın gediklerini bir kovuk bulup da larvalarını bırakmak için keşfetmekle meşgulsündür. gidilecek. gidilecek. her sabah uyandığında buradan da siktirip gidilecek derken ruhunda bir böcek ölüsünü, direnmesin için, uyanıp da vızırdamasın için bilimum benzodiazepinlerle uyutmaktasındır. heyhat! yazık ki senin için vuslat hiç var olmamıştır ve gelecekte de yok dahi olamayacaktır.
mmm
zeynep sağdaş, yarım kalanlara rağmen
benim ergenliğe geçişim çok donuk olmuştu, doğrusu ben sadistik süperegoyla özdeşleşmiştim. flan. neyse. burayı geç. bayram tatilinde köye kuzenlerimin yanına gittiğimde tuhaf bir "kızsal" alışkanlıkla karşılaşır, küçümsemeyle başlayan ve küçülmeyle devam eden bu alışkanlık ritüeline sessizce uyum sağlamaya çalışırdım. kuzenimin de arasında olduğu 4-5 kişilik bu kız grupları evlerin tepelerine çıkar, minik bir radyoyu yanlarında getirir, çeken tek frekanstan "içli" şarkılar dinler, gizlice sigara içer, "baktıkları" çocuklardan bahsederlerdi. bakmak onlar için hoşlanmak demekti. ve çoğunlukla bu bakmaklar, oğlan kişisinin başka kıza "arkadaşım olur musun" demesi ile son bulurdu. çok dertliydiler. ama çoık içtendiler. adnan die bir çocuğa bakan bir kız vardı hele, tipik bir trakya kızı olarak erkek gibi sigara içer, bacaklarını bağdaş yapar, adnanı beklerdi.. hey günler!
orda dinlediğim şarkıları andıran bir şarkı bu da. olabildiğince benden uzak, olabildiğince başka'nın, ama bir şekilde içimi cızlatan. bana temiz köy havasında yıldızlı gökyüzüne bakarken sigara kokusunu anımsatan..
benim ergenliğe geçişim çok donuk olmuştu, doğrusu ben sadistik süperegoyla özdeşleşmiştim. flan. neyse. burayı geç. bayram tatilinde köye kuzenlerimin yanına gittiğimde tuhaf bir "kızsal" alışkanlıkla karşılaşır, küçümsemeyle başlayan ve küçülmeyle devam eden bu alışkanlık ritüeline sessizce uyum sağlamaya çalışırdım. kuzenimin de arasında olduğu 4-5 kişilik bu kız grupları evlerin tepelerine çıkar, minik bir radyoyu yanlarında getirir, çeken tek frekanstan "içli" şarkılar dinler, gizlice sigara içer, "baktıkları" çocuklardan bahsederlerdi. bakmak onlar için hoşlanmak demekti. ve çoğunlukla bu bakmaklar, oğlan kişisinin başka kıza "arkadaşım olur musun" demesi ile son bulurdu. çok dertliydiler. ama çoık içtendiler. adnan die bir çocuğa bakan bir kız vardı hele, tipik bir trakya kızı olarak erkek gibi sigara içer, bacaklarını bağdaş yapar, adnanı beklerdi.. hey günler!
orda dinlediğim şarkıları andıran bir şarkı bu da. olabildiğince benden uzak, olabildiğince başka'nın, ama bir şekilde içimi cızlatan. bana temiz köy havasında yıldızlı gökyüzüne bakarken sigara kokusunu anımsatan..
Sunday, August 30, 2009
günbeti
o bildik rüyayı dün gece yeniden gördüm. ev arıyoruz annem, babam, ben. aylin nerelerde bilmiyorum. sınavdadır diye geçyor aklımdan. babamın aklına uyup yine dağ tepe aşıyoruz, istanbul'un dışına çıktık baba diye dişlerimin arasından tepki veriyorum. babam dur bak burda bisikletler var. onalara binelim diyor. sonra üçmüz üç ayrı bisikletle yola koyuluyoruz. bisiklete binince kontrol edemem ya kendimi bastıkça basarım pedallara, rüyamda da aynı şeyi yapıyorum, babamın sesini duymaz oluyorum ve kendimi bir bozkıda buluyorum. uzaktan annemle babam sedalı edalı keyifle gelen siluetlerini görüyorum, her zamanki gibi huzursuz doğama küfrediyorum. bozkırın olduğu yer bomontinin eyüpe bakan tarafıymış. uçurumun kenarındayım. aşağı bakıyorum. yukarısı oluyor baktığım yer. annemler kayboluyorlar. o bildik silueti görüyorum yine. uçurumun tepesinde. atladı atlayacak. olduğum yer otoban. gürültü. patırtı. hey dye bağırıyorum. atlama diye çırpınıyorum. kimse duymuyor. kendi sesimi dahi duyamıyorum. bsikletten can havliyle çıkıp koşuyorum bu sefer, uçurumdan yukarıya doğru tırmanmaya başlıyorum. birkaç metre yükselmişken bacağımdan akan kanı farkediyorum. çocukluğumda baldırım bisikletin zincirine takılmıştı da, hala izi olan bir yara açılmıştı bacağımda, kan oradan akıyor. kanı gördüğüm anda bir kütle gibi, bir iri kuş gibi, bir hayalet gibi düşüyor yanımdan. yerde cesedini görüyorum ve irkilerek, ağlayarak uyanıyorum..
**birkaç gün önce m. arayacağım demiş aramamış, kanımca artık gelmemeye karar vermiş; önceki seans boyunca bana kimse yardımcı olamaz kabilinde söylenip durmuştu. seans sonrasında kenimi çaresiz hissetmiştim. üstüne bu da olunca yıkılmıştım. ben işe yaramaz bir salağın tekiyim diye diye kendimi parçalamaya başlamıştım yine. annemler de bizdeydi. ev arıyorlardı babamla. aylin gelmemişti. burs vaşvurusu yapıyordu. annem ve babamla kavga etmiştik hasta insanların mantıksızlıklarından neden kendine beceriksilik payesi çıkarıyorsun diye patlatmışlardı mavi-yeşil gözlerini bana. ben de hı hı deyip evden kaçmıştım. haklı olduklarına kanaat getirip gittiğim deniz kenarında düşünürken, eve dönerken onlara dondurmalı tel kadayıf almıştım. heyhat. annemler gittiğinden beri hissettiğim yetersizlik duygularının bu "kayıp"la bağlantılı olduğunun farkındaydım esasında. fakat bu rüyayı bunlar olurken değil dün gece görmüş olmam tuhaf geldi bana. şöyle ki gecenin 12bucuğunda m. beni aradı, uyur uyanık açtığımda telefonu, sıkılan bir sesle ben içtim deyip ağlamaya başladı. dün bizim seans günümüzdü. bu da manidar bir tesadüf. herneyse 10-15 dakika konuştum kendisiyle annesiyle. telefonu kapattığımda tuhaf hissediyordum kendimi..
**birkaç gün önce m. arayacağım demiş aramamış, kanımca artık gelmemeye karar vermiş; önceki seans boyunca bana kimse yardımcı olamaz kabilinde söylenip durmuştu. seans sonrasında kenimi çaresiz hissetmiştim. üstüne bu da olunca yıkılmıştım. ben işe yaramaz bir salağın tekiyim diye diye kendimi parçalamaya başlamıştım yine. annemler de bizdeydi. ev arıyorlardı babamla. aylin gelmemişti. burs vaşvurusu yapıyordu. annem ve babamla kavga etmiştik hasta insanların mantıksızlıklarından neden kendine beceriksilik payesi çıkarıyorsun diye patlatmışlardı mavi-yeşil gözlerini bana. ben de hı hı deyip evden kaçmıştım. haklı olduklarına kanaat getirip gittiğim deniz kenarında düşünürken, eve dönerken onlara dondurmalı tel kadayıf almıştım. heyhat. annemler gittiğinden beri hissettiğim yetersizlik duygularının bu "kayıp"la bağlantılı olduğunun farkındaydım esasında. fakat bu rüyayı bunlar olurken değil dün gece görmüş olmam tuhaf geldi bana. şöyle ki gecenin 12bucuğunda m. beni aradı, uyur uyanık açtığımda telefonu, sıkılan bir sesle ben içtim deyip ağlamaya başladı. dün bizim seans günümüzdü. bu da manidar bir tesadüf. herneyse 10-15 dakika konuştum kendisiyle annesiyle. telefonu kapattığımda tuhaf hissediyordum kendimi..
Saturday, August 29, 2009
cehennemde bir mevsim, rimbaud
şiire yaslanan yanımdan nefret etmişimdir her zaman. şiirlerden de. şairlerden de. şiirlerden uzak durmuş, şiirin olası tuzaklarının hesabını tutmuşumdur. bu hesabı tutmak adınadır tüm şiir okumalarım, laf-ı güzah ezberlerim fi tarihinden kalan.
fakat ne zaman dal'sız kalsam kendimi şiire doğru "düşerken" bulmuşumdur hep.. çok boktan bir anda, bu akşam da "söndürdüm içimde insan ümidi adına ne varsa" diye aktı da ruhuma rimbaud, var kılarak düşen yanımı yok etmeyeltendim ben de, dünyevi bir edayla..
ve ne zamandır ki şiire doğru "düşse" ruhum, sartre'ın o çokça özdeşleştiğim fotoğraflarından biri gelir gözlerimin önüne: alabildiğine yalnız, alabildiğine soğuk, olabildiğine apollon, olabildiğine zihin, olabildiğine buz; bıçak gibi, uçurum gibi "keskin". amma ve lakin iki farklı yana bakan şaşı gözleriyle alabildiğine abject, olabildiğine ben..
cehennemde bir mevsim
Aldanmıyorsam, bir zamanlar hayatım
önüne bütün gönüllerin açıldığı,
yoluna bütün şarapların döküldüğü bir şölendi.
Bir akşamdı dizimi oturttum
Güzelliği-Terslik edecek oldu- yerini bırakmadım ben de.
Bayrak açtım adalete karşı.
Aldım başımı kaçtım.
Ey büyücüler, size ey bahtsızlık, ey nefret, hazinem size emanet.
Azmettim, söndürdüm içerimde insan ümidi adına ne varsa.
Bir yırtıcı hayvan amansızlığıyla atıldım üzerlerine boğayım diye cümle sevinci.
Cellatlara seslendim, ısırayım diye ölürken mavzerlerin kabzalarını.
Seslendim salgınlara, boğsunlar istedim, kan içinde, kum içinde beni.
Tanrı bildim musibeti. Gırtlağıma kadar battım çamurlara.
Cürümün ayazında kurundum. Hop oturup hop kaldırdım çılgınlığı.
Bana baharın getirdiği iğrenç bir budala kahkahasıydı.
Derken az önce işte, bir de baktım ki kıkırdamak üzereyim;
aklıma eski şölenin anahtarlarını aramak geldi, dedim belki de yeniden heveslenirim.
Hayırmış meğer o anahtarın adı
-Anlaşıldı ben bir düşteymişim.
"Sen canavar kalacaksın..." falan filan...
atıp tutmaya başladı başıma bu şirin hasırları ören şeytan.
"Ölümüne sürsün cümle iştahın, bencilliğin, cümle bağışlanmaz günahın."
Ah, canıma yetti arttı-Kuzum şeytan, ne olur daha bir öfkesiz bakıver de benden yana ufak tefek, yolda kalmış alçaklıklar vara dursun, sen ki yazarda tasvir,
öğreticilik vergilerinin yokluğuna vurgunsun, senin için
kopardım lanetli gün defterimden bu uğursuz yaprakları.
fakat ne zaman dal'sız kalsam kendimi şiire doğru "düşerken" bulmuşumdur hep.. çok boktan bir anda, bu akşam da "söndürdüm içimde insan ümidi adına ne varsa" diye aktı da ruhuma rimbaud, var kılarak düşen yanımı yok etmeyeltendim ben de, dünyevi bir edayla..
ve ne zamandır ki şiire doğru "düşse" ruhum, sartre'ın o çokça özdeşleştiğim fotoğraflarından biri gelir gözlerimin önüne: alabildiğine yalnız, alabildiğine soğuk, olabildiğine apollon, olabildiğine zihin, olabildiğine buz; bıçak gibi, uçurum gibi "keskin". amma ve lakin iki farklı yana bakan şaşı gözleriyle alabildiğine abject, olabildiğine ben..

Aldanmıyorsam, bir zamanlar hayatım
önüne bütün gönüllerin açıldığı,
yoluna bütün şarapların döküldüğü bir şölendi.
Bir akşamdı dizimi oturttum
Güzelliği-Terslik edecek oldu- yerini bırakmadım ben de.
Bayrak açtım adalete karşı.
Aldım başımı kaçtım.
Ey büyücüler, size ey bahtsızlık, ey nefret, hazinem size emanet.
Azmettim, söndürdüm içerimde insan ümidi adına ne varsa.
Bir yırtıcı hayvan amansızlığıyla atıldım üzerlerine boğayım diye cümle sevinci.
Cellatlara seslendim, ısırayım diye ölürken mavzerlerin kabzalarını.
Seslendim salgınlara, boğsunlar istedim, kan içinde, kum içinde beni.
Tanrı bildim musibeti. Gırtlağıma kadar battım çamurlara.
Cürümün ayazında kurundum. Hop oturup hop kaldırdım çılgınlığı.
Bana baharın getirdiği iğrenç bir budala kahkahasıydı.
Derken az önce işte, bir de baktım ki kıkırdamak üzereyim;
aklıma eski şölenin anahtarlarını aramak geldi, dedim belki de yeniden heveslenirim.
Hayırmış meğer o anahtarın adı
-Anlaşıldı ben bir düşteymişim.
"Sen canavar kalacaksın..." falan filan...
atıp tutmaya başladı başıma bu şirin hasırları ören şeytan.
"Ölümüne sürsün cümle iştahın, bencilliğin, cümle bağışlanmaz günahın."
Ah, canıma yetti arttı-Kuzum şeytan, ne olur daha bir öfkesiz bakıver de benden yana ufak tefek, yolda kalmış alçaklıklar vara dursun, sen ki yazarda tasvir,
öğreticilik vergilerinin yokluğuna vurgunsun, senin için
kopardım lanetli gün defterimden bu uğursuz yaprakları.
Friday, August 28, 2009
günbeti
insanın düşük bir özsaygısının olması ne kötü. günlerdir üşüme ve mide bulantısından şikayetçi. aslında sorsam, emimim, "kendimi kusmak istiyorum" diyecek. ölesiye yalnız. bir yandan da patlayasıya kabız. kabızlık bir bütünlük göstergesi onun için. boka izin verse kendiliği "dağılacak"!
yıllar önce obsesyonel nevroz ve psikozun farklı "spektrum"larda olduğunu buyurmuştu uzmanın biri, o zamanlar daha gençti. somatizasyona vuracak kadar derinleşmememişti patolojisi..
yine gözünü kapayıp kütüphaneden bir kitap seçiyor ve gözü kapalı açarken sayfalardan birini, bana "çare ol" diliyor kelimelerden, eskiden yaptığı gibi..
greil marcus, ruj lekesi çıkıyor şansına. sene 2005ten. sayfa 357. diyor ki parmağının dokunduğu cümle:
yüzünde ebleh bir gülümseme beliriyor o an. kendini bildi bileli tuhaf bir bağ vardır kelimeler ile arasında. kelimeleri sever. dilbilgisini sever. ilkokulda hiçkimsede olmayan bir gri parlak fon üzerine güzel mavi kelebekler ile kaplı bir dilbilgisi kitabundan öğrenmiştir türkçenin dilbilgisini, öğretmeninden gizli. o gün bugündür o mavi kelebekler her an eşlik etmektedir ona. şimdi de tam anlamıyla bir sapma meydana getirmesi gereğini fısıldamışlardır kulağına.
bir sapma.
bir kırılma.
yıllar önce obsesyonel nevroz ve psikozun farklı "spektrum"larda olduğunu buyurmuştu uzmanın biri, o zamanlar daha gençti. somatizasyona vuracak kadar derinleşmememişti patolojisi..
yine gözünü kapayıp kütüphaneden bir kitap seçiyor ve gözü kapalı açarken sayfalardan birini, bana "çare ol" diliyor kelimelerden, eskiden yaptığı gibi..
greil marcus, ruj lekesi çıkıyor şansına. sene 2005ten. sayfa 357. diyor ki parmağının dokunduğu cümle:
"bize göre yapılacak tek bir şey var:
Tam anlamıyla bir sapma meydana getirmek."
yüzünde ebleh bir gülümseme beliriyor o an. kendini bildi bileli tuhaf bir bağ vardır kelimeler ile arasında. kelimeleri sever. dilbilgisini sever. ilkokulda hiçkimsede olmayan bir gri parlak fon üzerine güzel mavi kelebekler ile kaplı bir dilbilgisi kitabundan öğrenmiştir türkçenin dilbilgisini, öğretmeninden gizli. o gün bugündür o mavi kelebekler her an eşlik etmektedir ona. şimdi de tam anlamıyla bir sapma meydana getirmesi gereğini fısıldamışlardır kulağına.
bir sapma.
bir kırılma.
Monday, August 24, 2009
beden
bugün beden kısmına yavaştan başladım. yol haritası platondan başlayacak gibi görünüyor. descartes, kant, hegel. sonrasında psikosomatik psikiyatrideki ampirik değerlendirmeler. ilk bölüme psikanalizi karıştırmamayı düşünüyorum. ara noktada anzieu üzerinden ego değerlendirmesi yapılabilir. deleuze'e bulaşacaksam yine bir derya haline gelecek. bilemiyorum. yine baştan saçılırsam yine toparlayamayacağım. mümkün olduğunca adım adım ve sıkıcı gitmem lazım. tıp.
psikozla kesiştikleri yer gerçek olacak. freudun gerçek kavramsallaştırması üzerinden klein ve minkowskinin psikopatoloji değerlendirmelerine uzanacak. jouissance'a dokunmayı düşünmüyorum. jouissancesız bir gerçek nasıl mümkün olacak bilmiyorum ama en azından buraya bir 'sus' koyup ertelemek daha yerinde olacak.
çok heyecanlı olacak.
**titreyip kendime gelmem lazım sevgili günlük, kendimi çok boşladım, çok!
psikozla kesiştikleri yer gerçek olacak. freudun gerçek kavramsallaştırması üzerinden klein ve minkowskinin psikopatoloji değerlendirmelerine uzanacak. jouissance'a dokunmayı düşünmüyorum. jouissancesız bir gerçek nasıl mümkün olacak bilmiyorum ama en azından buraya bir 'sus' koyup ertelemek daha yerinde olacak.
çok heyecanlı olacak.
**titreyip kendime gelmem lazım sevgili günlük, kendimi çok boşladım, çok!
Sunday, August 23, 2009
benim olacak fıstık

bu fıstığa görür görmez çarpıldım. bir antikacıdaydı. vitrindeydi. öyle masum öyle mağrurdu ki gidip ona dokunasım geldi. ona sahip olmak istedim. gece gündüz onda uyumak istedim. varımı yoğumu ona verecektim. maaş günümdü. kartım yanımdaydı. evet yapabiliridim. yapmamak için gidip ona dokunmadım. fiyatını sormadım. ama onu alacağım. benim olacak fıstık. sen benim olacaksın fıstık. benimmmm
psikosomatik üzerine notlar
taşındık ya, terk edilmiş bir servis gibi, 2003 yılından dosyalar, kartvizitler, kitaplar var orda burda. biz de iki huzursuz meraklı daldık her yere. servisi altüst ettik, daha doğrusu altüst bir servisten hazineler çıkardık: birkaç tane saat, aspirasyon makinesi, kalemlikler, kalemler, biblolar, kondisyon bisikleti(!), iki tane koltuk ve rutubet sinmiş sarı sarı kitaplar.. kitaplardan bir tanesi psikanalitik psikosomatik üzerineydi. ben de onu yol-kitabı yaptım. notlar da şöyle:
dermotozlarla ilgili olarak,
-deri egonun en dış sınırıdır ve emosyonel sembolizmin önemli bir öğesi olarak kabul görür. dökülen kuru cilt kadar akneli bir cildin de sunduğu veriler genel bağlamda benzerdir.
-deri anksiyetenin deşarj alanıdır: libidonun akıtıldığı, mazohistik itkilerin tatmin edildiği histerik gösteri merkezi.
-dermotozu olan kimselerin genellikle kamu bireyleri ile olan iletişimi sorunludur. çeşitli kozmetik ve tıbbi uygulamalar dermotoz kontrol altına alınmış olsa bile, bu kişiler olumsuz yaşantılar anında, geçmiş deneyimlerni anımsayarak şiddetli emosyonel reaksiyon gösterebilirler.
-cilt sorunları dolayısıyla dolaylı ya da dolaysız olarak çeşitli na-hoş yaklaşımlara maruz kalmışlardır, sorun-suz olma kriteriyle sıklıkla karşılaştırılmışlar ve "yenilmişlerdir". bu nedenle "kriter" hayatlarında önemli bir yer kaydeder ve ikincil araçlara yönelirler.
gastro-intestinal sistem ile ilgili olarak,
-mide sosyal alanda duygularla yakın ilişkide resmedilmektedir. tatsız konu, midesiz insan, durumu hazmetmek vs..
-nefret duyguları bağırsaklarla ilişkilendirilmiştir: bok, püsür vs.
-heyecani gerginlik ve ülserin rastlanma oranı pozitif korelasyon sunmaktadır.
*ilginç bir şekilde, ülserin özellikle dış çatışmaların halledilemediği zaman ortaya çıktığı kaydedilmiştir.
-mide hastalarının kişilk özelliklerinde anal kişiliği resmeden belli özellikler ön plana çıkar: ihtiras, güvensizlik, paraya düşkünlük, cimrilik, dış yapıda virilken içsel olarak feminenlik.
-bununla birlikte anne fiksasyonu da barizdir. yoğun biçimde bağımsızlık isteğinden dem vurular. çoğu hayatlarında yakınları tarafından früstre edilmişlerdir. Bunla birlikte atak, cesur, gösterişli davranışlar sergilerler. hırs, başarı, mevki vs. gibi ikincil araçlar ile kendilerini kabul ettirme çabası içindedirler.
[[burada oral represif itkilerin inkarı dolayısıyla bir bağımlılık-bağımısızlık ikilemine düştükleri kanaatindeyim ben. anneye-kadına dair duygulanımları oldukça muğlak. bir yandan yüce kadını aradıklarından, olduklarından, olmaya çalıştıklarından dem vuruken bir yandan da diğer kadnları-anneleri aşağılama, küçük düşürme, küçük görme, yerme eğilimindeler. ve oto-destrüktif biçimde sürekli yıkıcı, domine edici kadınlar ile iletişime geçme, ilişki kurma eğilimindeler. bu son durum bazı psikanalistler tarafından homoseksüel arzu ile ilişkilendirilmekte, ve hatta genel olarak obsesyonel kişilik homoseksüel itki ile ilişkilendirilmekte. fakat ben obsesyonel kişiliğin daha ziyade aseksüelleşme, illaki cinsiyet atfedilecekse eğer, erkeksileşme ile ilgili olduğunu düşünüyorum. ilk kertede erkeksileşmeden dem vurmamam bu kişiliklerin mazohist arzularının olmaması. sadece erkek olmak istiyorlar, pasifize olmaktan yokolmacasına uzak duruyorlar. bundan daha sonra bahsedeceğim]]
-mide hastaları bağlılığ-bağımsızlık çerçevesinde üç gruba ayrılıyorlar.
a. yalancı bağımsızlar: bağlılığı aşırı şekilde değersizleştirip aşağılık ile özdeşleştirme ve bağlılık duygularının hırs ve başarı ile kompanse edilmesi. hırs ve başarı ile gelen bağımsızlık kolaylığı, bağımsızlık duygusunun güçlendirilmesini sağlar.
b. pasif bağımlılar: pasif, çekingen, feminen..
c. pato-fizyolojik semptom gösterenler: [[yoğun acting-out yaşayanlar]] kuvvetli oral istekleri madde kullanımı, kumar, alkol ile tatmin etmeye çalışırlar.
evet. bu kadar şimdilik.
dermotozlarla ilgili olarak,
-deri egonun en dış sınırıdır ve emosyonel sembolizmin önemli bir öğesi olarak kabul görür. dökülen kuru cilt kadar akneli bir cildin de sunduğu veriler genel bağlamda benzerdir.
-deri anksiyetenin deşarj alanıdır: libidonun akıtıldığı, mazohistik itkilerin tatmin edildiği histerik gösteri merkezi.
-dermotozu olan kimselerin genellikle kamu bireyleri ile olan iletişimi sorunludur. çeşitli kozmetik ve tıbbi uygulamalar dermotoz kontrol altına alınmış olsa bile, bu kişiler olumsuz yaşantılar anında, geçmiş deneyimlerni anımsayarak şiddetli emosyonel reaksiyon gösterebilirler.
-cilt sorunları dolayısıyla dolaylı ya da dolaysız olarak çeşitli na-hoş yaklaşımlara maruz kalmışlardır, sorun-suz olma kriteriyle sıklıkla karşılaştırılmışlar ve "yenilmişlerdir". bu nedenle "kriter" hayatlarında önemli bir yer kaydeder ve ikincil araçlara yönelirler.
gastro-intestinal sistem ile ilgili olarak,
-mide sosyal alanda duygularla yakın ilişkide resmedilmektedir. tatsız konu, midesiz insan, durumu hazmetmek vs..
-nefret duyguları bağırsaklarla ilişkilendirilmiştir: bok, püsür vs.
-heyecani gerginlik ve ülserin rastlanma oranı pozitif korelasyon sunmaktadır.
*ilginç bir şekilde, ülserin özellikle dış çatışmaların halledilemediği zaman ortaya çıktığı kaydedilmiştir.
-mide hastalarının kişilk özelliklerinde anal kişiliği resmeden belli özellikler ön plana çıkar: ihtiras, güvensizlik, paraya düşkünlük, cimrilik, dış yapıda virilken içsel olarak feminenlik.
-bununla birlikte anne fiksasyonu da barizdir. yoğun biçimde bağımsızlık isteğinden dem vurular. çoğu hayatlarında yakınları tarafından früstre edilmişlerdir. Bunla birlikte atak, cesur, gösterişli davranışlar sergilerler. hırs, başarı, mevki vs. gibi ikincil araçlar ile kendilerini kabul ettirme çabası içindedirler.
[[burada oral represif itkilerin inkarı dolayısıyla bir bağımlılık-bağımısızlık ikilemine düştükleri kanaatindeyim ben. anneye-kadına dair duygulanımları oldukça muğlak. bir yandan yüce kadını aradıklarından, olduklarından, olmaya çalıştıklarından dem vuruken bir yandan da diğer kadnları-anneleri aşağılama, küçük düşürme, küçük görme, yerme eğilimindeler. ve oto-destrüktif biçimde sürekli yıkıcı, domine edici kadınlar ile iletişime geçme, ilişki kurma eğilimindeler. bu son durum bazı psikanalistler tarafından homoseksüel arzu ile ilişkilendirilmekte, ve hatta genel olarak obsesyonel kişilik homoseksüel itki ile ilişkilendirilmekte. fakat ben obsesyonel kişiliğin daha ziyade aseksüelleşme, illaki cinsiyet atfedilecekse eğer, erkeksileşme ile ilgili olduğunu düşünüyorum. ilk kertede erkeksileşmeden dem vurmamam bu kişiliklerin mazohist arzularının olmaması. sadece erkek olmak istiyorlar, pasifize olmaktan yokolmacasına uzak duruyorlar. bundan daha sonra bahsedeceğim]]
-mide hastaları bağlılığ-bağımsızlık çerçevesinde üç gruba ayrılıyorlar.
a. yalancı bağımsızlar: bağlılığı aşırı şekilde değersizleştirip aşağılık ile özdeşleştirme ve bağlılık duygularının hırs ve başarı ile kompanse edilmesi. hırs ve başarı ile gelen bağımsızlık kolaylığı, bağımsızlık duygusunun güçlendirilmesini sağlar.
b. pasif bağımlılar: pasif, çekingen, feminen..
c. pato-fizyolojik semptom gösterenler: [[yoğun acting-out yaşayanlar]] kuvvetli oral istekleri madde kullanımı, kumar, alkol ile tatmin etmeye çalışırlar.
evet. bu kadar şimdilik.
Saturday, August 22, 2009
ben de kendim gezerim! arkeoloji müzesi

yalnızca ayasofya mı?! hayır, arkeoloji müzesine de gittim. ama gezmeyi bitiremedim. yarın sabah yeniden gideceğim. telefonumu şarj edeceğim. tanrıların herbirinin resmini çekmeyi ve bloga geçmeyi düşünüyorum. yukarıdaki resim arkeoloji müzesinin girişi. yere düşen ikiye ayrılmış gölge de benim hayatımdaki kırığın göstergesi sanırım. ya da belki de iki farklı benin birbirine en yaklaştığı yer arkeoloji. simgeselle ilk karşılaştığım an. oysa hepsi biliyor muhteşem bir arkeolog olabilirdim ben. durmalsızın kazabilir, okuyabiliridim. fakat simgesele yenildim; çoğu insan gibi.
fotoğraf da düşürün gibi buğulu çıkmış. arkeolojinin kusursuz bir arzu nesnesi olduğunun yegane kanıtı belki de. iyi ki var ki ben de iyi bir ruh arkeologu olmak için çabalıyorum belki. hayatıma giren her şeyi, herkesi arkeolog hassasiyetiyle, arkeolog derinliği ile algılamaya çalışıyorum. kimbilir. belki de aslında gerçekten ruh arkeologu olmaktı istediğim ve ben de herkes gibi başrolünü oynadığım bir trajedi yazıyor; baki anlamsızlığıma neden atfediyorum. kimbilir!?

seraphim

görmek için onca çabadan sonra, göremediğim ama netten açılışının fotsunu bulduum seraphim meleği eski ahit kaynaklı. ibranice saraph'tan yani "ateş"ten türetilmiş, ateş meleklerinden biri. bizim cebrail, azrail, mikail kardeşlerin dördüncüsü ve en kıdemli olanı. tanrı'yı korumakla yükümlü. 6 kanadı var. 2 kanadı ile uçacak, 2 kanadı ile yüzünü kapıyor, 2 kanadı ile de ayaklarını. Bahsedildiği Isaiah (6:1–3)'ta İsa'nın gözünden şöyle tanımlanıyor:
"... I saw the Lord sitting upon a throne, high and lifted up; and His train filled the Hekhal (sanctuary). Above Him stood the Seraphim; each had six wings: with two he covered his face, and with two he covered his feet, and with two he flew."

Çatık kaşları ve öfkeli bakışlarını pek sempatik bulmadığımı fısıldayan bir sesle itiraf etmekle yetineyim şimdilik. fakat bu meleklerden ayasofyada birkaç tane daha varmış. ortaya çıkarıldıklarına ayasofyanın camiye dönüştürülme işkencesi de biter umarım, her daim inleyen bir sıkışmış ruh soluyorum çünkü ben ayasofyada..
feminist değilim, olmayacağım!

geçen gün v. ile epey ironik bir konuşma geçti aramızda.
y.:bıkbıkbık
v.:bıkbık da bıkbık bıkıbıkıbık da bıkıbıkta bıkıbı.... (bitmezz)
y.:ama ben feminist değilim, biliyorsun.
v.:böylesi daha kötü ya, keşke feminist olsaydın.
hayata bakış açım "gender" perspektifinden değildir, olmamıştır hiçbir zaman. hiçbir zaman da babamın deyişiyle "kuluçka makinesi" olma misyonunu sezmedim kendimde; oyuncaklarım hep boyalar, renkli kalemler, saçlarıyla oynayabilmem için uzun saçlı bebekler, babamın işyerinden getirdiği minik wolksvagen otomobiller, minyatür oda eşyaları, maketler, logolar filan olmuştur. anasınıfında annemin iş arkadaşının salak oğluyla ilk ve son oynadığım doktorculuk oyununda pipisini gördüğümde, ileride hayatındaki en kıymetli şeyi olacak 'çiş yapma yeri'nin köpeğim coni'ninkine benzediğini yüzüne söylemiş, belki de travmatize ettiğim ilk insan olarak kişisel tarihime geçirmiştim. ayrı sınıflarda çocukla liseyi beraber bitirdik. liseye kadar hiç kız arkadaşı olmadı, şimdi ne yapıyor bilmiyorum. neyse.
feminizmin pek çok türünün olduğu aşikar, fakat benim özellikle gıcık olduğum türü, "kadınlara hak verin" diye pankart açanlar, erkeklerden nefret edenler, erkeksiz bir dünyayı resmetmek için (!) lezbiyen olanlar; feminizm propagandası yapanlar, "ben çok eşit bir aileden geldim ama doğudaki kadınların haklarını savunuyorum" lutfedenler filan. özellikle doğudaki kadınların haklarını savunan, "eşit" kadınlara daha çok gıcığım. bir kere onlara sormak istiyorum: siz ne hadle sizden habersiz orda doğurup duran kadının hakkını savunuyorsunuz? siz kendinizi, kendinizce, onları savunan konumuna getirerek onları savunulacak zavallılar konumuna yerleştirme haddini nerden buluyorsunuz? hadi siz yüce gönüllerinizden bir parça ayırıp bu zavallıları savunmaya yeltendiniz diyelim, taksime gidip böğür böğür halay çekerek kameralara poz verdiğinizde onları nasıl temsil etmiş oluyorsunuz? kızkıza toplanıp yazıyrsunuz, tartışıyorsunuz filan ayrımcılığı. fakat erkek sineği bile almıyorsunuz aranıza, dinlemiyorsunuz. yıllar önce boğaziçi sirkinde bir feminist oyun sergilemiştiniz, afişin altında kocaman not: "sadece kadınlar girebilir." ulan diye sövmüştüm o zaman da, kızkıza altın günü formunda kadın erkek ayrımcılığını dert yanarak, kendinizi erkeklerden, o oyuna toplanarak toplumdan ayırarak, ayrımcılığın üstesinden nasıl gelmeyi düşünüyorsunuz?!
doğudaki kadın konusunda, ne güzel bir kampanya var "baba beni okula gönder" diye kardelen kampanyası. çok çok takdir etmiş, destek vermiştim o kampanyaya. doğudaki sorun kadın erkek sorunu değil, eğitim sorunudur hanımlar, size sesleniyorum. 10 çocuk doğuran 35 yaşındaki ayşe'yi "bak sen kadın olduğun için eziliyorsun, hakkını savun, herife verme; erkekler pistir, kakadır." diyerek değiştiremezsiniz. ayşe'ye tek faydanız ona doğurmaktan başka türlü bir hayatın da olduğunu göstermekten geçer. ayşe'nin kadın mı yoksa erkek mi olduğunu değil var mı yok mu olduğuna karar vermesi gerekir önce. ayşe sorgulamaya başladığı anda 10 çocuk doğurmaktan vazgeçecektir zaten büyük olasılıkla, gidip çalışacaktır, fallik öğeler edinerek simgesele dahil olacaktır. ki simgesel fallusla ilgilidir, sizin pipisi var diye üst konumda dediğiniz erkek misal pipisi olduğundan değil fallusu olduğundan oradadır. bana kadınlar erkek rolü üstlenip konum sahibi oluyor, konuma kavuşmak için erkeksileşiyor navalları okumayı. böyle yapınca tamamen gözümden düşüyorsunuz. simgesele dahiliyetin zorunlu kıldığı aktif, hareketli olma özelliklerini siz kendiniz erkeğe atfediyorsunuz.. ayy sıktınız beni gene. daha da sizden yazmam.
Thursday, August 20, 2009
yeni blog
blogumu seviyordum oysa . bu blog fazla beyaz. bugünlerde fazla siyahım. kendime minimal bir beyazlık aradıysam da ancak bu kadar akarabildim. dalgalanıyorum. duruluyorum. ipin üzerinde yürüyen bir cambaz misali yaşıyorum. ince, sezgisel var kalışlar: unkapanından şişliye neden yürür insan.. neyse ki yorgunluk iyi geliyor.. uyumak aptallaştırıyor. aptallık normal kılıyor.
hayatım -an lardan ibaret: kutsal üçlü: -an, -an, -an. herbiri tepeHaçı. herbiri ayrı ayrı, herbiri tüm bütün bir ölüm arHacı. hangisini tepe kılsam diğeri alınıyor, hiçbiri eş-an olmaya yanaşmıyor.. bense ölümüne taşıyorum, doğmaya gidiyorum.
hayatım -an lardan ibaret: kutsal üçlü: -an, -an, -an. herbiri tepeHaçı. herbiri ayrı ayrı, herbiri tüm bütün bir ölüm arHacı. hangisini tepe kılsam diğeri alınıyor, hiçbiri eş-an olmaya yanaşmıyor.. bense ölümüne taşıyorum, doğmaya gidiyorum.
Monday, August 17, 2009
tuhaf
bugünlerde ikimiz birden bir yalnızlık türküsüdür tutturduk. seslerimiz boğuk geliyor telefonda. kaba, isteksiz bir görev bilinci akıyor aramızda. yürüyorum ben. durmaksızın yürüyorum. annemi arıyorum. bir şey mi var, sesin kötü geliyor diyor, onu aradığım zamanlarda olduğu gibi, yok bir şey öylesine aradım diyorum. -dım- dediğima anda düğümleniyor boğazımda daha hızlı yürümeye başlıyorum. fiilleri çekiyorum, özneleri itiyorum: yalnızım, yalnızsın, yalnız. yalnızız, yalnızsınız, yalnızlar. herkese yakışıyor yalnızlık. hepimize ayrı ayrı yakıştırıyorum yalnızlığı.
denize varıyorum sonra. denizim. denizsin,, diyemeden sarı çorak toprak oluşun geliyor aklıma. çorak yüce toprak. bana bir şey ifade etmiyor sarı yüceliğin. yeşil huzurlu bir ova olmanı dilerdim. yeşil huzurlu bir ova olsaydın eğer, ege olurduk: huzurlu, sakin, gönençli. sarı bir yüce toprak olduğunda var olamıyoruz ne yazık ki. belki dubai: kavurucu, huzursuz, belirsiz. unutmak istiyorum. denizim deyip kalıyorum. denizim. denizim benim canım denizim. sesini dinliyorum. sesimi arıyorum. boğazımı temizliyorum. yanımdan biri geçiyor. ters baktığını düşünüyorum. paranoyamın yükseldiğinin ayırdına varıyorum o anda. paranoyamın yükselmesi depresyonumun göstergesi. kaç kaç kaç diye buyuruyorum ardından. yalnız kal. cismen yalnız kal ki ismi yalnızlıklar sarmasın etrafını. denize ardımı dönyorum. ardısıra, kaçarsıra koşuyorum. kendimden kaçıyorum. kendime varıyorum.
denize varıyorum sonra. denizim. denizsin,, diyemeden sarı çorak toprak oluşun geliyor aklıma. çorak yüce toprak. bana bir şey ifade etmiyor sarı yüceliğin. yeşil huzurlu bir ova olmanı dilerdim. yeşil huzurlu bir ova olsaydın eğer, ege olurduk: huzurlu, sakin, gönençli. sarı bir yüce toprak olduğunda var olamıyoruz ne yazık ki. belki dubai: kavurucu, huzursuz, belirsiz. unutmak istiyorum. denizim deyip kalıyorum. denizim. denizim benim canım denizim. sesini dinliyorum. sesimi arıyorum. boğazımı temizliyorum. yanımdan biri geçiyor. ters baktığını düşünüyorum. paranoyamın yükseldiğinin ayırdına varıyorum o anda. paranoyamın yükselmesi depresyonumun göstergesi. kaç kaç kaç diye buyuruyorum ardından. yalnız kal. cismen yalnız kal ki ismi yalnızlıklar sarmasın etrafını. denize ardımı dönyorum. ardısıra, kaçarsıra koşuyorum. kendimden kaçıyorum. kendime varıyorum.
15.08.09
sevgili günlük,
ben 15.08.09 tarihinden itibaren artık bambaşka biriyim; sana bunu tüm samimiyetimle açıklamak istedim. bambaşka biri olduğumu idrak edişim sevgili gogim, sevgili annem ve sevgili babam ile pek sevgili bir iğneada tepesinde çaylarımızı denize bakaraktan yudumladığımız anda haberlerde deniz bahçeli insanının böğür böğür bağırması nedeniyle zaten 3bucuk güncük olan 2 sene eşşşşşoooğğllluuuu eşşşşekkkk gibi çalışmanın ardından verdiğim/alabildiğim tatilin sükunetinin hop die frekans değiştirmesi neticesinde gerçekleşti. malumun, ben uzun zamandır seyrek ve derinden sinirlenen bir insana dönüşmüştüm. ama devlet bahçelinin tiksinç böğürgen sesi beni mahvetti. delirdim. tayyip birdi sen on oldun beea die baardım en trakyalı tarafımla. ailecek travmatize oldular billahi. ben de kendime inanamadım sevgili günlük gerçekten dolup taşmışım. neyse, girizgahı kısa kesip sadede gelelim.
devlet bahçeli diyordu ki onlar dağdan ineööörse biz çıkarıooooooz, diyordu ki kürt edebiyatı bölümü açööarsanıooooooz öcalanı da koordinatör yapıooonnnnn..
şimdi ben böyle doğma büyüme ulusalcı bir zihniyetim. ulusalcı dediysem bildiğin göçmen atatürkçülüğü. bundan daha sonra eserse bahsederim, şimdi kafamı şişiremeyeceğim.
neyse saded şöyle:
1- anladım ki atatürk GERÇEKTEN öldü.
2- anladım ki artık öğrenci andı'nın birlik hissi yaratabileceği bir gençlik yok.
3- anladım ki artık çalıkuşu öğretmenleri yok.
4- anladım ki tiksindiğim boğaziçinden farklı bir yer değil ordu ve senelerdir boğaziçindeki "yalama" tekniği ile işlemekte.
5- anladım ki asker, ülkenin her yerindeki ennn güzel yerlerde beleşe tatil yapar, çayı 10 kuruşa içer, üniforması-nişanı-rütbesi ile saygı görür, çocukları asker çocuğu olduğu için pozitif ayrımcılığa hak kazanır ve şeriat düpedüz tepeden inerken bir an önce emekli olup bu "hareketlilik"ten kurtulma planları yapar.
6- asker sokaktaki ulusalcı kadar bile ulusalcı değildir.
7- askeriyeye çayı 10 kuruşa içiren yemeyip "ödeyen" halktır. halk bunca yıl ödediğinin sadece "başbakana" gittiğini sanmış, ve sadece hükümete yüklenmiştir. oysa en fazla ödediği yer askeriyedir.
8- halk öder, zira terör vardır, askerin halkın parasıyla (vergi), canıyla (şehit) ödediğine ihtiyacı vardır.
(-)sahi halk ne için öder? ne pahasına öder? neyin borcudur ödediği?
9- anladım ki bunca yıl biz ulusalcılar bir sınıfı var etmiş, yüceltmişizdir. oysa bu sınıf ihtiyaç olduğunda bunca yıldır parsellediği arazilerde kaybolmayı seçmiştir. bu sınıf ki, ne atatürkçüdür (atatürkçü olanları da bir şekilde arıtmaktadır), ne ulusalcıdır, ne ilericidir, ne de kültürcü. statükocu, elitizm körü bir sınıftır bu.
...
bağır çağır bunları söyledim ben de. en azılı sosyalistlere, en kapital kaitalistlere atatürkçülüğü savunan, askeriyeyi koruyucu bilen ben 15.08.09 sabahında geçirdiğim bir sinir harbi neticesinde baba-nın-adı'nın yokluğunun ayırdına vardım. kültürü ilerleten, değerleri anımsatan bir kurumun olmadığını bilmek.. yerin ayaklarımın altından kaydığı bu zeminde kürtlerin neden öcalana, anadoludaki 11inde evlendirilen, karınlarından sıpanın, sırtlarından sopanın eksik edilmediği kızların, kadınların neden dine sarıldıklarının ayırdına vardım.
bir şekilde var kalmak gerekir. bir şeye inanmadan insan nasıl var olabilir...
ben 15.08.09 tarihinden itibaren artık bambaşka biriyim; sana bunu tüm samimiyetimle açıklamak istedim. bambaşka biri olduğumu idrak edişim sevgili gogim, sevgili annem ve sevgili babam ile pek sevgili bir iğneada tepesinde çaylarımızı denize bakaraktan yudumladığımız anda haberlerde deniz bahçeli insanının böğür böğür bağırması nedeniyle zaten 3bucuk güncük olan 2 sene eşşşşşoooğğllluuuu eşşşşekkkk gibi çalışmanın ardından verdiğim/alabildiğim tatilin sükunetinin hop die frekans değiştirmesi neticesinde gerçekleşti. malumun, ben uzun zamandır seyrek ve derinden sinirlenen bir insana dönüşmüştüm. ama devlet bahçelinin tiksinç böğürgen sesi beni mahvetti. delirdim. tayyip birdi sen on oldun beea die baardım en trakyalı tarafımla. ailecek travmatize oldular billahi. ben de kendime inanamadım sevgili günlük gerçekten dolup taşmışım. neyse, girizgahı kısa kesip sadede gelelim.
devlet bahçeli diyordu ki onlar dağdan ineööörse biz çıkarıooooooz, diyordu ki kürt edebiyatı bölümü açööarsanıooooooz öcalanı da koordinatör yapıooonnnnn..
şimdi ben böyle doğma büyüme ulusalcı bir zihniyetim. ulusalcı dediysem bildiğin göçmen atatürkçülüğü. bundan daha sonra eserse bahsederim, şimdi kafamı şişiremeyeceğim.
neyse saded şöyle:
1- anladım ki atatürk GERÇEKTEN öldü.
2- anladım ki artık öğrenci andı'nın birlik hissi yaratabileceği bir gençlik yok.
3- anladım ki artık çalıkuşu öğretmenleri yok.
4- anladım ki tiksindiğim boğaziçinden farklı bir yer değil ordu ve senelerdir boğaziçindeki "yalama" tekniği ile işlemekte.
5- anladım ki asker, ülkenin her yerindeki ennn güzel yerlerde beleşe tatil yapar, çayı 10 kuruşa içer, üniforması-nişanı-rütbesi ile saygı görür, çocukları asker çocuğu olduğu için pozitif ayrımcılığa hak kazanır ve şeriat düpedüz tepeden inerken bir an önce emekli olup bu "hareketlilik"ten kurtulma planları yapar.
6- asker sokaktaki ulusalcı kadar bile ulusalcı değildir.
7- askeriyeye çayı 10 kuruşa içiren yemeyip "ödeyen" halktır. halk bunca yıl ödediğinin sadece "başbakana" gittiğini sanmış, ve sadece hükümete yüklenmiştir. oysa en fazla ödediği yer askeriyedir.
8- halk öder, zira terör vardır, askerin halkın parasıyla (vergi), canıyla (şehit) ödediğine ihtiyacı vardır.
(-)sahi halk ne için öder? ne pahasına öder? neyin borcudur ödediği?
9- anladım ki bunca yıl biz ulusalcılar bir sınıfı var etmiş, yüceltmişizdir. oysa bu sınıf ihtiyaç olduğunda bunca yıldır parsellediği arazilerde kaybolmayı seçmiştir. bu sınıf ki, ne atatürkçüdür (atatürkçü olanları da bir şekilde arıtmaktadır), ne ulusalcıdır, ne ilericidir, ne de kültürcü. statükocu, elitizm körü bir sınıftır bu.
...
bağır çağır bunları söyledim ben de. en azılı sosyalistlere, en kapital kaitalistlere atatürkçülüğü savunan, askeriyeyi koruyucu bilen ben 15.08.09 sabahında geçirdiğim bir sinir harbi neticesinde baba-nın-adı'nın yokluğunun ayırdına vardım. kültürü ilerleten, değerleri anımsatan bir kurumun olmadığını bilmek.. yerin ayaklarımın altından kaydığı bu zeminde kürtlerin neden öcalana, anadoludaki 11inde evlendirilen, karınlarından sıpanın, sırtlarından sopanın eksik edilmediği kızların, kadınların neden dine sarıldıklarının ayırdına vardım.
bir şekilde var kalmak gerekir. bir şeye inanmadan insan nasıl var olabilir...
Monday, August 10, 2009
günbeti
bütün servisi illallah ettiren sevgili kontesimiz formundaydı bugün yine. millet sinirden ölürken ben kıkır kıkır gülüyorum hallerine. milletin normal bulduklarına da ben ölüyorum sinirden ya tabi orası ayrı konu. kapsama alanında kim varsa emirler yağdırıyor, emirlere itaat edenlere "sebastian" adını koyuyor, herkese perseküte, amerika tarafından beynine hiçbir aygıtın tespit edemeyeceği kadar küçük bir çip takıldığını ve bu çip sayesinde izlendiğini, önceden bu fikrin bir hezeyan olduğunu ama artık gerçeğe dönüştüğünü belirtiyor, parayı tedavülden kaldırmayı ve 'ezilmiş hakları' kurtaracğını söylüyor, hayatında "lan" bile dememiş bir kadınken "koduğumun orospusu şapşal şapşal bakma suratıma" gibi yaratıcı küfürler buluyor (çok güzel küfrediyor bu arada annanemden sonra ikinci onu seçtim :).. dolu dolu, şepşenlikli bir psikoz vakası yani!
"en arıza vakaların havale merkezi" lakabı takılan bendenize de havale edilmesi gecikmedi. karşıaktarım dinamiğimi çözümlewmek istemesem de bana perseküte olunmasına dayanamıyorum ya aman dedim ama el mahkum öyle uzaktan büyük Başkanın yokluğunun navallarını okumak kolay. sıkarsa kadını perseküte yapmadan konuştur, konuşturabilirsen..
psikozda ilk yaptıkları şey göz okumak. buna artık kanaat getirdim. herbirinde, tek tek derinlerden, kuşku dolu ama bir o kadar da incelikli bir bakış var. kanadı kırık kuş gibi. evet, yüzyılın na-romantiği olan bana kanadı kırık kuş gibi betimlemesini yaptırabilecek kadar kanadı kırık kuş gibi. ikinci yaptıkları şey laf yarıştırmak. zeki ve bir o kadar da incelikli derinlik testlerini geçmek gerekiyor. kesinlikle dili çok iyi kullanıyorlar. kesinlikle soyutlama güçleri muhteşem. kafiye ve ritm konusunda "intrinsic" bir yüksek algıları var. sanırım bu ikincil bir gerçeklik, ya da Gerçek'ten dönenle oluşan üst-gerçeklik kurmalarına yardımcı oluyor -şairin dizelerden, romancının bölümlerden bir dünya kurması gibi onlar da ahenkle akan kelimelrden bir şemsiye, bir kalkan, bir duvar oluşturuyorlar. fakat bu kalkan asla pembe renk değil; çoğu zaman dikenli, çoğu zaman siyah, çoğu zaman sivri -akla kirpiyi getiriyor. o şemsiye, o kirpi dikeni ki, seçici geçirgendir: dünyanın sözlerine karşı oluşturulmuştur o. eğer ki, farklı bir formda, farklı bir ruhta yaparsanız "sözde hücum"u, o anda işte, o ağır kalkanın altındaki kanadı kırık kuşu, yaralı baykuşu görürsünüz. her an uçuverecekmiş gibi labil, her an kırılıverecekmiş gibi hassas.. gidip gelir ilk görüşmede; bir yandan tutamaz gözyaşlarını, dğer yandan toparlanmaya çalışır. öyle ya, soğuk görünmek, güçlü durmak zorundadır. bugüne dek hiçkimsenin yanında ağlamamıştır, ağlamayacaktır da. sırf birisi onu gerçekten dinledi diye neden bu kararından şaşsındır ki!
sullivan'dı sanırım, koşulsuz bir kabul ve kusursuz bir mabettir ihtiyaçları diyen. bugün o ürkek kanatların altında farklı bir şey değildi benim de gördüğüm..
"en arıza vakaların havale merkezi" lakabı takılan bendenize de havale edilmesi gecikmedi. karşıaktarım dinamiğimi çözümlewmek istemesem de bana perseküte olunmasına dayanamıyorum ya aman dedim ama el mahkum öyle uzaktan büyük Başkanın yokluğunun navallarını okumak kolay. sıkarsa kadını perseküte yapmadan konuştur, konuşturabilirsen..
psikozda ilk yaptıkları şey göz okumak. buna artık kanaat getirdim. herbirinde, tek tek derinlerden, kuşku dolu ama bir o kadar da incelikli bir bakış var. kanadı kırık kuş gibi. evet, yüzyılın na-romantiği olan bana kanadı kırık kuş gibi betimlemesini yaptırabilecek kadar kanadı kırık kuş gibi. ikinci yaptıkları şey laf yarıştırmak. zeki ve bir o kadar da incelikli derinlik testlerini geçmek gerekiyor. kesinlikle dili çok iyi kullanıyorlar. kesinlikle soyutlama güçleri muhteşem. kafiye ve ritm konusunda "intrinsic" bir yüksek algıları var. sanırım bu ikincil bir gerçeklik, ya da Gerçek'ten dönenle oluşan üst-gerçeklik kurmalarına yardımcı oluyor -şairin dizelerden, romancının bölümlerden bir dünya kurması gibi onlar da ahenkle akan kelimelrden bir şemsiye, bir kalkan, bir duvar oluşturuyorlar. fakat bu kalkan asla pembe renk değil; çoğu zaman dikenli, çoğu zaman siyah, çoğu zaman sivri -akla kirpiyi getiriyor. o şemsiye, o kirpi dikeni ki, seçici geçirgendir: dünyanın sözlerine karşı oluşturulmuştur o. eğer ki, farklı bir formda, farklı bir ruhta yaparsanız "sözde hücum"u, o anda işte, o ağır kalkanın altındaki kanadı kırık kuşu, yaralı baykuşu görürsünüz. her an uçuverecekmiş gibi labil, her an kırılıverecekmiş gibi hassas.. gidip gelir ilk görüşmede; bir yandan tutamaz gözyaşlarını, dğer yandan toparlanmaya çalışır. öyle ya, soğuk görünmek, güçlü durmak zorundadır. bugüne dek hiçkimsenin yanında ağlamamıştır, ağlamayacaktır da. sırf birisi onu gerçekten dinledi diye neden bu kararından şaşsındır ki!
sullivan'dı sanırım, koşulsuz bir kabul ve kusursuz bir mabettir ihtiyaçları diyen. bugün o ürkek kanatların altında farklı bir şey değildi benim de gördüğüm..
Saturday, August 8, 2009
Minyatür Odalar Sergisi by Henry Kupjack
30 Eylül'e kadar uzatılmış; Rahmi Koç Müzesi'ndeymiş..
Billboardlarda gördüğümde çocukluğum geldi aklıma bir tane karton evim vardı 2 katlı, 4 odalı.. avizelerini endi ellerimle yapıştırmıştım. karton odalardan birine plastik viktoryen tarzı kırmızı oturma takımlarını sıkıştırmaya kalkmıştım da odayı yırtmıştım.. ah çocukluk, ah kırmızı viktoryenlerim, ah evin üst katında hala duran bir odası yırtık karton sarayım..
gidilecek, gidilecek..
Billboardlarda gördüğümde çocukluğum geldi aklıma bir tane karton evim vardı 2 katlı, 4 odalı.. avizelerini endi ellerimle yapıştırmıştım. karton odalardan birine plastik viktoryen tarzı kırmızı oturma takımlarını sıkıştırmaya kalkmıştım da odayı yırtmıştım.. ah çocukluk, ah kırmızı viktoryenlerim, ah evin üst katında hala duran bir odası yırtık karton sarayım..
gidilecek, gidilecek..

hayat
beni neden yoruyosun?
"ton balıklı makarna yedim. şimdi zencefil çayı yudumlamakta ve çay keyfi kıtırdatmaktayım.." hayatın yazıya sızması mı bu cümle yoksa sürekli yemeye başladığımın bir göstergesi mi.. filan, neyse.
kriz anlarında soğukkkanlı kalabilme gibi tanrıverdisi bir yetim bulunmakta efenim. bu sebeplen karşıma geçmiş durmaksızın sabuklamakta iken kendisi, sustum sadece. hayır, beklediğinin aksine öfkelenmedim, sinirlenmedim ve hatta umursamazlık da yapmadım. yalnızca sustum ve dinledim. momo gibi. sadece baktım öylece. yaktı, yıktı, temelleri sarstı, binaları yıktı, camileri, kiliseleri bizi yücelten yoklukları yok etti, kanalizasyonları elektik direklerinden geçirmeye yeltendi. özetle, yeniyetme şairimsikimsanki'nin de dizdiği üzere "dünyamızı altüst etti."
şimdi ben yıkık dökük bir şehrin kalıntılarının, istiflenmiş ölülerin arasında dolaşırken bir kez daha gökyüzüne bakıp, gözlerimi yumup, ellerimi kavuşturup, "olsun, olsun" dileye dilene, rengarenk bir harikalar diyarına daha dönüşsün istiyorum bu siyah beyaz karanlık.
sanırım, yine, yine ve yine, imkansızı istiyorum..
"ton balıklı makarna yedim. şimdi zencefil çayı yudumlamakta ve çay keyfi kıtırdatmaktayım.." hayatın yazıya sızması mı bu cümle yoksa sürekli yemeye başladığımın bir göstergesi mi.. filan, neyse.
kriz anlarında soğukkkanlı kalabilme gibi tanrıverdisi bir yetim bulunmakta efenim. bu sebeplen karşıma geçmiş durmaksızın sabuklamakta iken kendisi, sustum sadece. hayır, beklediğinin aksine öfkelenmedim, sinirlenmedim ve hatta umursamazlık da yapmadım. yalnızca sustum ve dinledim. momo gibi. sadece baktım öylece. yaktı, yıktı, temelleri sarstı, binaları yıktı, camileri, kiliseleri bizi yücelten yoklukları yok etti, kanalizasyonları elektik direklerinden geçirmeye yeltendi. özetle, yeniyetme şairimsikimsanki'nin de dizdiği üzere "dünyamızı altüst etti."
şimdi ben yıkık dökük bir şehrin kalıntılarının, istiflenmiş ölülerin arasında dolaşırken bir kez daha gökyüzüne bakıp, gözlerimi yumup, ellerimi kavuşturup, "olsun, olsun" dileye dilene, rengarenk bir harikalar diyarına daha dönüşsün istiyorum bu siyah beyaz karanlık.
sanırım, yine, yine ve yine, imkansızı istiyorum..
Sunday, August 2, 2009
günbeti
günlerdir saçmasapan kitapları okumaya, altlarını mavi-siyah üstlerini, fosforlu kalmelerle çizmeye çalışıyorum. bullshit bullshit diye sayıklarken kendimi susturmaya oku oku diye telkin etmeye çalışıyorum,, fakat nafile. olmuyor. ilgimi çekmeyen bir şeyi sırf müfredat diye okuyamıyorum anacım, o-kuu-yaa-mıı-yoo-rum! bu büyük Başka akademi benim içimi kaldırıyor son tahlilde, conflictualım, obsesyonelim, çok kasarsam hatta psikotiğim; büyük Başka benim, siktirin gidin gibilerinden isyanlarım geliyor, buhranlarımda boğuluyorum. akademiyi sevmiyorum anacım. nietzscheyim ben. dans eden yıldızım. erken gelmiş zerdüştüm. rahat bırakın beni. yağımda kavrulmak istiyorum diyorum. dinlemiyorlar anacım. bunu oku. bunu yap. kendimi rat in the maze gibi hissediyorum. birileri yukardan yolu ne kadar çabuk öğreneğim, diploma için ne kadar çabuk ve iyi koşacağım diye bakıp salak koşturmalarıma gülüyor gibi geliyor anacım. bakmayın bana demek istiyorum. görmeyin beni istiyorum. bak işte gördün mü böyle hepten psikopata bağlıyorum, rahat bırakın beni anacım,, sadece rahat... deyu deyu sayıklıyorum.. bak noldu şimdi dengemi gene altüst ettim. oysa ki ne güzel sabah kahvaltı etmiş, arada meyve yemiş, çıkan tek tük kaşlarımı almış, özenli bezenli bir insan evladı olmuştum. bakın nasıl da dağıttınız saçımı başımı, beni gene nasıl bir nevrotik yaptınız.. özetlen, sevmiyorum seni akademi, varlığına karşıyım.
hal böyleyken zar zor bir bölüm okuyabildikten sonra ecritden bir bölüm açıp kendimi ödüllendirmeye çalışırken bir şey dikkatimi çekti: şu gudik ayna evresinde fazlasıyla hayvana (özel olarak şempanzeye) atıfta bulunuyor. yani kendini tanımak diyordu lacan insani kendiliği hayvani kendilikten ayıran yegane özelliklerden bridir. bunu daha önce hegelci bir bağlamda okumuştum. bir üstünleşme çabası olarak. zira hegel için bilinç arttıkça ve eşzamanlı olarak kendine doğru derinleştikçe özbilince dolayısıyla daha üst bir kendiliğe doğru bir meyil gerçekleşiyor. sonra da şöyle bir kötü haber veriyor hatta hegel: bir kere derine indiniz mi asla yüzeye çıkamazsınız. bu bağlamda, hayvani kendiliğe olan atfın özbilince devinimden başka bir şey olmadığı sonucunu çıkarıvermiştim hemencecik.
fakat şimdiki bakışımda bir cümle dikkatimi çekti: "hayvanlar gerçekliğe (reality) insanlardan daha çok uyum sağlamıştır." ehömm. burda bulanık birşeyler var. gerçekliğin gerçek olmadığını ve sosyal miliu olduğunu filan ilk kerrtede söylesek bile yine de birşeyler bulanık. neydi yeniden bakalım. işbu evrede bebek kendini bir bütün olarak görüyor, kendini btün olarak hissetmese de. ve karşıısnındaki imgede yanlış tanıma (meconnaissance) ile bir imgesel bütünlüğe erişiyor. dolayısıyla imgesel (n.başer buna hayali deiyor, ki bence bu noktada tam da yerinde:) yani imgesel kendilik de aslında gerçek değil, hayali. bir ummaya, bir varsayıma, bir sezgisel ilerleme fikrine dayanıyor. bu imgesel özdeşleşme, ki hayali özdeşleşme dediğimde sanırım daha açıklayıcı olacak, bir kırılmayı da tarifliyor bir bakıma.. bildik ideal-ego vs. ego-ideali mevzunu geçiyorum.
kırılma çünkü, kendini eksik olduğu halde bütün kabul ettiği anda eksikli olma bilgisini kendinde gizlemiş oluyor bebek. kendini kendisine hapsediyor yani. eksik de olsa tam görünüyor olduğunun aksak ritmiyle yaşamaya başlıyor. bu da sosyal gerçekliğe karşı nevrotik bir tutumu, winnicottçu dilde söylersek false-selfler dünyasını, laing'e atıf yaparsak şizogen yapuları doğuruyor. yani we are all in a truman show. everybody knows who they are but "act"s someone else.
bu bağlamda gerçekliğe daha çok uyum sağlayan hayvanların hayatlarının bizimkinden daha gerçek olduğu söylenebilir. hayvanın en amiyane tabirle rol yapmasına gerke yoktur zira. rol yapmasına olanak tanıyan bir mecra da yoktur. her şey basit bir neden sonuç denkleminde işlemektedir -bizim gözümüzden. onlarca ise sezgisel bir denklemde. doğa verir onlar alır. onlar uyum sağlamak zorundadır. fakat biz insanlar kendimizde intrinsic bir doğayı değiştirme misyonu görüyoruz. kendimizi bile. bu tuhaf samimiyetsizlik mesela benim psikotik tablolarda çok sık karşıma çıkıyor. insani değerlere, samimiyete, olduğu gibiliğe çok fazla atıf vardır psikozda. dağınığım der. dağınıktır da. dağınığız da hepimiz. ama bunu dile getirmeyiz. nevrotik sezer de dile getirmez, normotik gerçekliğini unutacak kadar itimiştir bilincinin dışına bu duygutyu. hal böyleyken psikozun bir hayvan kendiliğe geri dönüş olabilceği söylenebilir mi? kimbilir.
hal böyleyken zar zor bir bölüm okuyabildikten sonra ecritden bir bölüm açıp kendimi ödüllendirmeye çalışırken bir şey dikkatimi çekti: şu gudik ayna evresinde fazlasıyla hayvana (özel olarak şempanzeye) atıfta bulunuyor. yani kendini tanımak diyordu lacan insani kendiliği hayvani kendilikten ayıran yegane özelliklerden bridir. bunu daha önce hegelci bir bağlamda okumuştum. bir üstünleşme çabası olarak. zira hegel için bilinç arttıkça ve eşzamanlı olarak kendine doğru derinleştikçe özbilince dolayısıyla daha üst bir kendiliğe doğru bir meyil gerçekleşiyor. sonra da şöyle bir kötü haber veriyor hatta hegel: bir kere derine indiniz mi asla yüzeye çıkamazsınız. bu bağlamda, hayvani kendiliğe olan atfın özbilince devinimden başka bir şey olmadığı sonucunu çıkarıvermiştim hemencecik.
fakat şimdiki bakışımda bir cümle dikkatimi çekti: "hayvanlar gerçekliğe (reality) insanlardan daha çok uyum sağlamıştır." ehömm. burda bulanık birşeyler var. gerçekliğin gerçek olmadığını ve sosyal miliu olduğunu filan ilk kerrtede söylesek bile yine de birşeyler bulanık. neydi yeniden bakalım. işbu evrede bebek kendini bir bütün olarak görüyor, kendini btün olarak hissetmese de. ve karşıısnındaki imgede yanlış tanıma (meconnaissance) ile bir imgesel bütünlüğe erişiyor. dolayısıyla imgesel (n.başer buna hayali deiyor, ki bence bu noktada tam da yerinde:) yani imgesel kendilik de aslında gerçek değil, hayali. bir ummaya, bir varsayıma, bir sezgisel ilerleme fikrine dayanıyor. bu imgesel özdeşleşme, ki hayali özdeşleşme dediğimde sanırım daha açıklayıcı olacak, bir kırılmayı da tarifliyor bir bakıma.. bildik ideal-ego vs. ego-ideali mevzunu geçiyorum.
kırılma çünkü, kendini eksik olduğu halde bütün kabul ettiği anda eksikli olma bilgisini kendinde gizlemiş oluyor bebek. kendini kendisine hapsediyor yani. eksik de olsa tam görünüyor olduğunun aksak ritmiyle yaşamaya başlıyor. bu da sosyal gerçekliğe karşı nevrotik bir tutumu, winnicottçu dilde söylersek false-selfler dünyasını, laing'e atıf yaparsak şizogen yapuları doğuruyor. yani we are all in a truman show. everybody knows who they are but "act"s someone else.
bu bağlamda gerçekliğe daha çok uyum sağlayan hayvanların hayatlarının bizimkinden daha gerçek olduğu söylenebilir. hayvanın en amiyane tabirle rol yapmasına gerke yoktur zira. rol yapmasına olanak tanıyan bir mecra da yoktur. her şey basit bir neden sonuç denkleminde işlemektedir -bizim gözümüzden. onlarca ise sezgisel bir denklemde. doğa verir onlar alır. onlar uyum sağlamak zorundadır. fakat biz insanlar kendimizde intrinsic bir doğayı değiştirme misyonu görüyoruz. kendimizi bile. bu tuhaf samimiyetsizlik mesela benim psikotik tablolarda çok sık karşıma çıkıyor. insani değerlere, samimiyete, olduğu gibiliğe çok fazla atıf vardır psikozda. dağınığım der. dağınıktır da. dağınığız da hepimiz. ama bunu dile getirmeyiz. nevrotik sezer de dile getirmez, normotik gerçekliğini unutacak kadar itimiştir bilincinin dışına bu duygutyu. hal böyleyken psikozun bir hayvan kendiliğe geri dönüş olabilceği söylenebilir mi? kimbilir.
Saturday, August 1, 2009
"timsahne" üzerine bir çeşitleme

haftalardır kafamı kurcalayıp duran bir mevzuya, hafamı kurcaladığından olsa gerek bugün yeniden rastlayınca biraz üzerine konuşmanın iyi olacağını düşünmeye başladım. bu oidipal sahnenin rüyada görülmesi mevzusunda, pek çokları gizil bir arzunun gerçekleştirildiği anda korku ve telaştan uyanma gibi bir öyküden dem vuruyor: -o denli kokrkunçtu ki, dayanamayıp uyandım-. bana bu açıklama mantıksız görünüyor ve açıkçası ben burada tamamlanamamış bir Oidipal senaryo da görmüyorum. teorik formülasyonlara girmeden yorumlamaya çalışacağım: rüya bir tersine çevirme formu olarak işlev görür. bu önemli. fakat elbette bu piponun bazen pipo olduğunu değiştirmez. fakat pipoyu her zaman sadece pipo da yapmaz.
önce pipoya bakalım. düşlerin yorumu'na göre pipo ancak haz nesnesi olmadığı zaman bir pipodur, yani pipo tutkusu yüzünden kanser olan freud için değil, tütün bağımlısı için de değil, hatta oral kişilik örgütlenmesini tarifleyebilen alkol bağımlısı için bile değil. rüyada geçen sözkonusu nesne pipoysa ya da biberon ya da meme, bu kişinin kişilik örgütlenmesine göre yorumlanır. oral tipteyse, özellikle dikkat edilir filan. pipo, sadece pipo olmadığında ise rüya iki düzeyde bir sembolizasyondan arıtma işlemine tabi tutulur. sözkonusu olan iki dereceli bir tersine çevrilmedir. yani hezeyanlarda sıklıkla rastladığımız "benden nefret ediyor",, ilk tersine çevrilmede/düze evirmede "beni seviyor",, ikincisinde ise "onu seviyorum"a dönüşür.
burada pipo ve pipo değili birbirinden ayıran kişinin nesneye yüklediği otantik anlamdır nihayetinde. kişinin nesneye yüklediği "duygu", "anlam"dır bizi ilgilendiren. oidipal sahne mevzusuna buradan geri baktığımızda burada tahammül edilemezliği görürüz -o kadar korkunçtu ki, dayanamayıp uyandım-. Burada kişinin belirttiği duygu tam olarak korku, hiçlik duygusu ve dehşet karışımı bir histir ve hiçbir şekilde şehvet tariflememektedir:işte "bu" piponun sadece pipo olmadığının bir imgesi. öyle ki dinlerken gözüme çocukluğumdan capcanlı bir imge ve o imge eşliğinde annemle yaptığımız konuşma geldi:
gazetelerin kitap armağan ettiği o güzel eski günlerde babam bana bir sürü kitap biriktirmişti. içlerinden biri, koyu yeşil renkte, kapağında papağan olan "yağmur ormanları" isminde bir kitaptı. iç sayfaların birinde bir timsah kocaman ağzını açmıştı ve bir leylek benzeri kuş onun dişlerinin arasındaydı. irkilmiştim. gördüğüm ilk timsahtı hayatımda. anneme bu kuşu yemez mi diye sormuştum, çekiştirerek kolundan hem de. hayır demişti bana, kuş timsahın ağzındakilerle besleniyor. peki ya kapatırsa ağzını, ya timsahın boğazına doğru giderse, ya timsahın içine kaçarsa diye üstelemiştim epey. o anki korkuma, kuş için üzüntüme benzer bir duyguydu tariflediği. korkunçtu, dayanamıyordu buna. ya içine kaçarsa annenin, ya girerse geldiği yere.. tesadüftür ki, rüyayı anlattıktan sonra durup sizce deliriyor muyum? diye sordu bana. bu delilik işareti mi?
Thursday, July 30, 2009
yalnız ölü: gulliver
yalnızlık kelimelerini yanyana dizmeye başladığınızda, elinizde koskoca bir yalnız kalabalık kalır. siz azaldıkça çoğalan yalnızlık bir piyano tuşunda, bir keman tınısında, bir vokal hecesinde saklı olabilir ve siz saplantılı bir biçimde ruh kalabalığınızın senfonisini dinlerken müziğe saklanmış cesetleri ruhunuzda taşıdığınızı, her gözlerinizi huzura kapadığınızda ruhunuzu içkaosunuzun karanlığına ittiğinizi fark etmezsiniz.. nedensiz yere sizi etkileyen, ki belki size huzur veren o tınıda hiç var olmayan bir yanınızın ölüsü de uzanıyor olabilir. olamamış olmanın, olamamanın, olamayışın oldurma telaşlarında yitmenin resmidir belki o tını, belki de acınızın süreğenliğinin timsali.. her zaman yanınızda, yanıbaşınızda,, bir incelik formu olarak, bir ruh kırıntısı olarak, asla hayır diyemeyeceğiniz bir farkındalık ve asla olumlamayacağınız bir aldırmazlık olarak.. orada. sizin için. size rağmen ve elbette sizinle birlikte.
size rağmen sizin için sizinle birlikte olan ölüler vardır. ruhovanızın tam ortasında gulliver misali uzanmaktadır bunlar. tek değişen algınızdır. bazen cücesinizdir bazen de dev. ölü her zaman aynı ölüdür. gulliver her zaman aynı gulliver. siz tutunmaya çalıştıkça gerçekliğe, kapadıkça ruhovanızı kimse görmesin saklı ölülerinizi için, cüceleşir ruhevreniniz. gulliver oradadadır. siz açtıkça kendinizi, kimsenin ölülerinizi görmeyeceğinin halüsinatif hezeyanına kapıldıkça, devleşir gerçekliğiniz. gulliver yine oradadır. yine aynı şarkıları, ağına takılan kelebekleri, sindire sindire yiyen örümcekler misali ağına çekmektedir. kelebekler ölüleri de birikmeye başlar siz evreninizi açtıkça. siz yaşadıkça, siz hana yolcu aldıkça, siz kahve sundukça, siz çay demledikçe, siz lafladıkça, konuştukça, döküldükçe, boşaldıkça ölü kelebekler çoğalacaktır. fakat kelebekler ölmesin için kapadıkça sıkı sıkıya kapılarınızı içerdeki ölüler de güzel evreninizi kokutacaktır.
titiz bir insan olarak siz, hayatınız paramparça olmuş olsa bile, hala temizsinizdir. özene bezene tozunu alırsınız hayatınıza giren her nösnenin. ölüyü kaldırır, altındaki tozu temizler yine aynı yere bırakırsınız. her nösne sizin için ayrı ayrı ve birlikte önemlidir. sandığın biri babanneneizden kalmıştır, ağırabi bir tespih artık gay olan bir arkadaşınızdan, birkaç yazı kırıntısı eski bir dostluktan, hepsinin yeri ayrıdır. hepsi de iyi ki vardır. fakat her daim deniz misali kokmalıdır evreniniz. anne kokusu olmadan uyuamayan bebekler misali siz de deniz olmadan, deniz kokmadan, anne olmadan anne kokmadan yaşayamazsınız. işte tam da bu yüzden her nevi beden pisliğine olduğu kadar denizevreninizi kirleten beden kokusuna da tahammülünüz yoktur; hele bir ölü beden kokusuna, asla! o anda bir arzu çakar ruhunuza, gulliveri titreten:
ölülere tahammül edemeyen bir insan, nasıl canlı kalabilir?
fonda olafur arnalds, eulogy for evolution p.5
size rağmen sizin için sizinle birlikte olan ölüler vardır. ruhovanızın tam ortasında gulliver misali uzanmaktadır bunlar. tek değişen algınızdır. bazen cücesinizdir bazen de dev. ölü her zaman aynı ölüdür. gulliver her zaman aynı gulliver. siz tutunmaya çalıştıkça gerçekliğe, kapadıkça ruhovanızı kimse görmesin saklı ölülerinizi için, cüceleşir ruhevreniniz. gulliver oradadadır. siz açtıkça kendinizi, kimsenin ölülerinizi görmeyeceğinin halüsinatif hezeyanına kapıldıkça, devleşir gerçekliğiniz. gulliver yine oradadır. yine aynı şarkıları, ağına takılan kelebekleri, sindire sindire yiyen örümcekler misali ağına çekmektedir. kelebekler ölüleri de birikmeye başlar siz evreninizi açtıkça. siz yaşadıkça, siz hana yolcu aldıkça, siz kahve sundukça, siz çay demledikçe, siz lafladıkça, konuştukça, döküldükçe, boşaldıkça ölü kelebekler çoğalacaktır. fakat kelebekler ölmesin için kapadıkça sıkı sıkıya kapılarınızı içerdeki ölüler de güzel evreninizi kokutacaktır.
titiz bir insan olarak siz, hayatınız paramparça olmuş olsa bile, hala temizsinizdir. özene bezene tozunu alırsınız hayatınıza giren her nösnenin. ölüyü kaldırır, altındaki tozu temizler yine aynı yere bırakırsınız. her nösne sizin için ayrı ayrı ve birlikte önemlidir. sandığın biri babanneneizden kalmıştır, ağırabi bir tespih artık gay olan bir arkadaşınızdan, birkaç yazı kırıntısı eski bir dostluktan, hepsinin yeri ayrıdır. hepsi de iyi ki vardır. fakat her daim deniz misali kokmalıdır evreniniz. anne kokusu olmadan uyuamayan bebekler misali siz de deniz olmadan, deniz kokmadan, anne olmadan anne kokmadan yaşayamazsınız. işte tam da bu yüzden her nevi beden pisliğine olduğu kadar denizevreninizi kirleten beden kokusuna da tahammülünüz yoktur; hele bir ölü beden kokusuna, asla! o anda bir arzu çakar ruhunuza, gulliveri titreten:
ölülere tahammül edemeyen bir insan, nasıl canlı kalabilir?
fonda olafur arnalds, eulogy for evolution p.5
Tuesday, July 28, 2009
günbeti
tam da gördüğüm uyanık rüyanın üzerine bunları yazmam ne kadar manidardır, tartışmak istemiyorum..
değişiyorum. zaman zaman hamile olduğumu düşünüyorum. içimde onlarca çocuk gözü hissediyorum. böyle mi olmalıyım, böyle mi olunmalı. hayır asla ve asla tanıştığım onlarcası gibi birisi olmayacağım. asla ve asla. gözümdeki ışık sönmeyecek asla. geçen gün a ile aramızda hafif limoni havanın estiği bir sırada müdavimlerimizden biri "bugün gülmüyorsunuz? bir sorun mu var yoksa?" diye sordu kocaman açarak gözlerini. kendimi toparlayıp cevap vermem arasındaki birkaç saniyede ne denli ince bir bıçak sırtında yürüdüğümü farkettim.
o kadar inceler ki, o kadar kırılgan.. bugün benim için epey yoğun bir gündü, trajedi demekte hiç zorlanmayacağım bir yaşamak haliydi dinlediğim. uzanıp sarılmak istedim masanın diğer tarafına,, doluyor gözleri, kaçırıyor, aslında diyor aslında hiç de önemsemedim, aslında diyor ben sadece kendimi düşünürüm, aslında.. tolstoyun sözü geliyor aklıma o an, "insanlara iyi gelmenin yegane yolu, onları anlamamaktır."
yine onu anlamayacağım bir seans üzerine sözleşiyoruz. anlarsam, anlayışlanırsam biliyorum ki tamamen aynı şeyi yapardım onunla. ama ne yazık ki anlamıyorum. ve Kırmızı'da yargıcın söylediği gibi ne yazık ki onun yerinde değilim. anlamamak zorundayım. simgeselde durmak zorundayım. onu kendime çekmek zorundayım. onu bana kendini anlatmak zorunda kılmalıyım. anlayacağımı ummansını, anladığımı sezmesini ama anlamadığımı düşünmesini sağlamak zorundayım. böyle olmak zorundayım. masanın bu tarafında durmak ve ona, onu anlamayarak hayatın bir izdüşümünü sunmak durumundayım. hayattan daha adil, hayattan daha samimi; hayat kadar acımasız ve hayat kadar adi.
**Resim Hopper'a ait..

*
değişiyorum. zaman zaman hamile olduğumu düşünüyorum. içimde onlarca çocuk gözü hissediyorum. böyle mi olmalıyım, böyle mi olunmalı. hayır asla ve asla tanıştığım onlarcası gibi birisi olmayacağım. asla ve asla. gözümdeki ışık sönmeyecek asla. geçen gün a ile aramızda hafif limoni havanın estiği bir sırada müdavimlerimizden biri "bugün gülmüyorsunuz? bir sorun mu var yoksa?" diye sordu kocaman açarak gözlerini. kendimi toparlayıp cevap vermem arasındaki birkaç saniyede ne denli ince bir bıçak sırtında yürüdüğümü farkettim.
o kadar inceler ki, o kadar kırılgan.. bugün benim için epey yoğun bir gündü, trajedi demekte hiç zorlanmayacağım bir yaşamak haliydi dinlediğim. uzanıp sarılmak istedim masanın diğer tarafına,, doluyor gözleri, kaçırıyor, aslında diyor aslında hiç de önemsemedim, aslında diyor ben sadece kendimi düşünürüm, aslında.. tolstoyun sözü geliyor aklıma o an, "insanlara iyi gelmenin yegane yolu, onları anlamamaktır."
yine onu anlamayacağım bir seans üzerine sözleşiyoruz. anlarsam, anlayışlanırsam biliyorum ki tamamen aynı şeyi yapardım onunla. ama ne yazık ki anlamıyorum. ve Kırmızı'da yargıcın söylediği gibi ne yazık ki onun yerinde değilim. anlamamak zorundayım. simgeselde durmak zorundayım. onu kendime çekmek zorundayım. onu bana kendini anlatmak zorunda kılmalıyım. anlayacağımı ummansını, anladığımı sezmesini ama anlamadığımı düşünmesini sağlamak zorundayım. böyle olmak zorundayım. masanın bu tarafında durmak ve ona, onu anlamayarak hayatın bir izdüşümünü sunmak durumundayım. hayattan daha adil, hayattan daha samimi; hayat kadar acımasız ve hayat kadar adi.
**Resim Hopper'a ait..

*
the one who bringS sorrow to each of the beloved ones
ortalama dört saattir ölü gibi yatıyor-d-um. fonda la mamma morta. ölü olmayı istedim defalarca. zaman dursun istedim. durdu da hatta akan yegane zaman la mamma mortaydı, ölür gibi. bulut oldu arya ben üzerinde. hava oldu arya ben bir molekül derinliğinde. sanki. mor bir sabaha doğru serin bir rüzgarda. ölü olmak gibi. yok olmak yokluğumda tüm evrene dağılmak gibi...
yürüyoruz. sabah doğmak üzere. alacakaranlık her yer. körüz bir de uyur uyanık bozbulanık evrenimizde. yalınayak yürüyoruz. çimler ıslak. çim kokusunu. meltemin hışırtısını duyuyoruz. serinlikte ürperiyoruz kimiz ama sen kimi zaman ben kollarımızı ovuşturuyoruz. acelemiz var. bir an önce güneş doğan topraklarda ısınmalıyız. ben memnunum halimden. her şeyin paramparça olduğu anlarda hissettiğim tuhaf aldırmazlıktan var üzerimde. paramparça mı her şey? hissedemiyorum. gülümsüyorum. suratımdaki şapşal ifadeye sinirleneceğine de aldırmadan. adaya gidiyor oluyoruz sonra. suymuş ether sandığımız. denizmiş içinden geçtiğimiz. ayağımızda hissettiğimiz ıslaklık tam da denizin içinde olmanın ıslaklığından. yürüyoruz yapışık. yürüyoruz yalnız. acele. her adımımda sen aksi yöne adım atıyorsun. senin her adımın benim geri adımıma denk geliyor. yapışıkmışız da ayrılıyormuşuz gibi. ayrıymışız da her adımımızda yapışıyormuşuz gibi. karışık. midem bulanıyor rüyamda da, yazarken de şimdi. aynı yöne gider gibiyiz gözüm kapalı sana yaslandığımda. güvenle gözümü açtığımda ayrışmaya çalışan bedenlerimizi görüyor, aksi yöne gittiğimizi fark ediyorum. acı veriyor bu bana. çok acı veriyor. çok.
yürüyoruz. sabah doğmak üzere. alacakaranlık her yer. körüz bir de uyur uyanık bozbulanık evrenimizde. yalınayak yürüyoruz. çimler ıslak. çim kokusunu. meltemin hışırtısını duyuyoruz. serinlikte ürperiyoruz kimiz ama sen kimi zaman ben kollarımızı ovuşturuyoruz. acelemiz var. bir an önce güneş doğan topraklarda ısınmalıyız. ben memnunum halimden. her şeyin paramparça olduğu anlarda hissettiğim tuhaf aldırmazlıktan var üzerimde. paramparça mı her şey? hissedemiyorum. gülümsüyorum. suratımdaki şapşal ifadeye sinirleneceğine de aldırmadan. adaya gidiyor oluyoruz sonra. suymuş ether sandığımız. denizmiş içinden geçtiğimiz. ayağımızda hissettiğimiz ıslaklık tam da denizin içinde olmanın ıslaklığından. yürüyoruz yapışık. yürüyoruz yalnız. acele. her adımımda sen aksi yöne adım atıyorsun. senin her adımın benim geri adımıma denk geliyor. yapışıkmışız da ayrılıyormuşuz gibi. ayrıymışız da her adımımızda yapışıyormuşuz gibi. karışık. midem bulanıyor rüyamda da, yazarken de şimdi. aynı yöne gider gibiyiz gözüm kapalı sana yaslandığımda. güvenle gözümü açtığımda ayrışmaya çalışan bedenlerimizi görüyor, aksi yöne gittiğimizi fark ediyorum. acı veriyor bu bana. çok acı veriyor. çok.
Tuesday, July 21, 2009
günbeti
durmaksızın notlar alıyorum. notlar notlar notlar. seviyorum işimi seviyorum kendim gibi insanları. anne çocuk normal hayatlar normöal insanlar bana göre değil asla. isyanı olan insanları seviyorum. bugün bir danışanım bir şarkı getirdi bana öncesinde soruyor seansta müzik dinletilir mi diye. sonra kendisi veriyor cevabını bu da benim bir parçam olduğuna göre dinletebiliytor olmama gerekir. hem bakın diyor parçam yani şarkım; parçam yani benim bir parçam. ahaha diyorum danışanlarım bile lacancı :). seviyorum danışanlarımı. seviyorum zeki insanları. neyse müziğe eşlik eden bir bana ben olmamı dayattığınız şey olamam sözleri kulağımdan ruhuma ulaşıyor. o denli duygusal, o denli kırılgan ve o denli yaratıcılar ki aslında. bütün gün bukovski mi olsam yoksa dostoyevski mi diye kafa yoran bir psikotiğimsim, elektronik müzik yaparak öfke kontrolünü sağlayan bir madde bağımlım, dünya istediğim yöne doğru dönmüyor deyu deyu bayılan bir nevrotiğim var misal. çok seviyorum delilerimi. geçen gün bir "hanfendi" bana iş teklif etti fakat cümlenin başında şöyle bir ifade vardı: "napıcaksın bütün gün delilerle, gel böyle böyle elit bir iş var filan". içime bir öfke bulutu yayıldı. iyi niyetli belli ki ama sen kim oluyorsun da benim danışanlarıma diye giriştim ona alter-evrenimde, bir şey diyemedim dışımda, elbette işi kabul etmedim. filan fıstık.
biliyorum bir terapist danışanı ancak kendi normalliği düzeyine kadar getirebilir. bu halde en iyi ihtimalle bir yarı-deli olacak kalacaklar hepsi. düşünüyorum, düşünüyorum. misal b mi d mi olayım diyen k. eğer psikolog niyetine g. kişisine gitmiş olsaydı ki hayatımda gördüğüm en güleryüzlü insandır, hani böyle ağız dolusu tükürsen sana gülümseyerek hı hı, seni anlıyorum canım diyecek bir tiptir, acaba k. ne kadar normal olabilir? yani normallikten kastedilen normlar çerçevesinde restoranlarda yemek, sözde herkes gibi kahveyi house cafe'de içmek istemek, ya da ne bileyim sözde herkes gibi gucci'den giyinmek demek diye düşünen g kişisi k danışanını ne ölçüde normalleştirebilir? bu durumda k nın tepkisi ne olur, yoksa bukovski mi dostoyevski mi derken kendini bir david beckham ya da bir stil ikoncanı edacan pakpınar olarak mı bulur? yani pek çok varsayım üretmek mümkün. önümde daha uzun bir yol var. yolun bu kısmında ikoncan olduran olmaktansa yarı deli kaldıran olmayı tercih ederim. ama kimbilir belki ben de bir gün hayaatt beni neden yoruyosun diye de bilirim. ya ya ya. uykum geldi çawuu
biliyorum bir terapist danışanı ancak kendi normalliği düzeyine kadar getirebilir. bu halde en iyi ihtimalle bir yarı-deli olacak kalacaklar hepsi. düşünüyorum, düşünüyorum. misal b mi d mi olayım diyen k. eğer psikolog niyetine g. kişisine gitmiş olsaydı ki hayatımda gördüğüm en güleryüzlü insandır, hani böyle ağız dolusu tükürsen sana gülümseyerek hı hı, seni anlıyorum canım diyecek bir tiptir, acaba k. ne kadar normal olabilir? yani normallikten kastedilen normlar çerçevesinde restoranlarda yemek, sözde herkes gibi kahveyi house cafe'de içmek istemek, ya da ne bileyim sözde herkes gibi gucci'den giyinmek demek diye düşünen g kişisi k danışanını ne ölçüde normalleştirebilir? bu durumda k nın tepkisi ne olur, yoksa bukovski mi dostoyevski mi derken kendini bir david beckham ya da bir stil ikoncanı edacan pakpınar olarak mı bulur? yani pek çok varsayım üretmek mümkün. önümde daha uzun bir yol var. yolun bu kısmında ikoncan olduran olmaktansa yarı deli kaldıran olmayı tercih ederim. ama kimbilir belki ben de bir gün hayaatt beni neden yoruyosun diye de bilirim. ya ya ya. uykum geldi çawuu
Monday, July 20, 2009
çöl
çabalıyoruz. her geçen biraz daha yitmek için. her geçen gün biraz daha yiterek simgesel bir kendilik kurabilmek için. laing bunu sıklıkla yapan ve winnicot'un false self dediği sahte kendiliklerini fazlasıyla geliştirmiş insanların rüyalarına dair çöllerden, natürmortlardan, teletubbies ovalarından ve hatta veritaslardan bahseder. kıbrısın 74 harekatında yerle bir olmuş bir zamanların cenneti olan otel şehrine gittiğimde laing'in bahsettiği yerlerden birini görmüş gibi olmuştum. orada zaman durmuş gibiydi. otel yanmıştı, ağaçlar kurumuştu ve fakat deniz de neredeyse donmuş gibiydi. dalgaları dahi göremezdiniz. kendimi o anda başkasının rüyasına yürüyor gibi hissetmiştim. hani bazen filmlerde photosohop ile bir manzaraya yapıştırılan hareketli kahramanımız nerede olduğunu şaşırır, oops der tercihan, neredeyim ben? ona benzer bir duyguydu hissettiğim. benzer bir duyguyu reader'ın bir sahnesinde sanıyorum ki winslet yok hayır erkek olan toplama kampının içinde dolaşırken, sadece ayaklarının göründüğü sahne işte, hissetmiştim. evet her zaman sulu gözlüyümdür film izlerken, kahramanın en ufak bir hayal kırıklığına sel olur gözyaşlarım fakat schindler's list'te döktüğüm kadar dözyaşı dökmedim hayatımda. hala kanım donar kareleri anımsadıkça. ona benzer bir şey. bazen ben de kendimi başkasının rüyasına yapıştırılmış gibi hissediyorum, özellikle rüyamda deniz görmediğimde. tıpkı denizin olmadığı bir şehirde kendimi nefes alamıyor hissetmem gibi, o rüyalarda da nefes alamadığımı hissediyorum. bir an önce kaçma isteği duyuyor çoğunlukla ellerim uyuşmuş ve terlemiş olarak uyanıyorum. kabus mu gördüklerim. görünürde hayır. fakat o sahneyi, başkasının rüyasını düşündükçe ürpermekten kendimi alamıyorum. lacan rüyalara dair pek konuşmaz, konuşmak istemez demek belki de onu biraz da ifşa ederek de olsa, daha doğru olur. kuşkusuz freud'un rüyaları lacan'ınkilerden epeyce farklıydı. her ne olursa olsun freud imgesel bir adamdı, simgesel edinilere ihtiyaç duymayacak denli simgeseldi belki de. fakat lacan için durum çok farklı.
herneyse.
herneyse.
Sunday, July 19, 2009
Thursday, July 16, 2009
..
Dostoyevski'nin çok sevdiğim, pek çok geceler başımı yastığa koyduğumda defelarca tekrarladığım "tutundurucu" bir sözü vardır: "insanın bir amacı olmalıdır, gidecek yeri olamayan bir insan nereye gidebilir" diye. çok basit. çok karmaşık.
durmaksızın konuşuyor bugün. korkuyor sessizlikten. anlık bir sessizlikte heyacan düşüyor tüm mimiklerine, sözcüklerine ve yeniden bırakıyor kendini fikir uçuşmalarına. zaman zaman anne oluyorum, zaman zaman baba, terk ettiği sevgili, hiç ulaşamadığı sevgili.. uzadıkça uzuyor liste.. araya giremiyorum. belki de girmiyorum.. ilk kez konuşabiliyorum hayatımda diyor soluk soluğa bir ara.. belli belirsiz gülümsüyorum..
gidecek yeri olmayan bir insan nereye gidebilir. donup kalması nasıl bir eylemsizlikle açıklanabilir? bir zamanlar fethiyeye yerleşme hayallerim vardı. seracılık yapacak, eve balık getirecek bir koca bulacaktım. dalga sesleri ile uyuyacak martı sesleri ile uyanacaktım. tiksiniyordum hepsinden. herkesten. kendimden. şimdi geri dönüp baktığımda vücudumun hafızası anımsatıyor bana hissettiklerimi. zor zamanlardı. çok zor zamanlar..
mevlana'nın çok sevdiğim bir sözü çalındı ruh kulağıma bugün yürüken servisime huzurla,, servisime yürümek huzur veriyor bana sabahları,, hayat zamansız aynasıdır insanın gibilerinden bir cümleydi. zamanı asla belli olmayan bir şekilde halikler altın tepsilerde sunuyor size balikleri..
mevlana üzerine çalışılacak!
lacan ve mevlana arasında çok ortak nokta var. hatta ben ciddiyetle lacanın mevlana okuduğundan şüpheleniyorum. hiçbir kanıtım yok fakat aradığımda bulacağıma inanıyorum. herkaramsarlık bir ters-iyimserlik formunda yıkıcı değil midir zaten.
katastrofik bir kadın olduğum yorumunu aldım bugün bir bilirkişiden. sevgilime de helal olsunmuş. eh dedim her kadın gibi ben de hükmedebileceğim bir efendi arzuluyorum. fakat artı-lacancı bir biçimde aynı zamanda efendisi olduğum arzuma hükmedebilecek bir efendiyi de arzuluyorum. sadece biraz daha dolaysız. bu yüzden daha dolaylı.
psikanaliz en çok psikozdan beslenir son tahlilde. işinin çzöümlemek değil yorumlamak olduğunun bir imi daha..
durmaksızın konuşuyor bugün. korkuyor sessizlikten. anlık bir sessizlikte heyacan düşüyor tüm mimiklerine, sözcüklerine ve yeniden bırakıyor kendini fikir uçuşmalarına. zaman zaman anne oluyorum, zaman zaman baba, terk ettiği sevgili, hiç ulaşamadığı sevgili.. uzadıkça uzuyor liste.. araya giremiyorum. belki de girmiyorum.. ilk kez konuşabiliyorum hayatımda diyor soluk soluğa bir ara.. belli belirsiz gülümsüyorum..
gidecek yeri olmayan bir insan nereye gidebilir. donup kalması nasıl bir eylemsizlikle açıklanabilir? bir zamanlar fethiyeye yerleşme hayallerim vardı. seracılık yapacak, eve balık getirecek bir koca bulacaktım. dalga sesleri ile uyuyacak martı sesleri ile uyanacaktım. tiksiniyordum hepsinden. herkesten. kendimden. şimdi geri dönüp baktığımda vücudumun hafızası anımsatıyor bana hissettiklerimi. zor zamanlardı. çok zor zamanlar..
mevlana'nın çok sevdiğim bir sözü çalındı ruh kulağıma bugün yürüken servisime huzurla,, servisime yürümek huzur veriyor bana sabahları,, hayat zamansız aynasıdır insanın gibilerinden bir cümleydi. zamanı asla belli olmayan bir şekilde halikler altın tepsilerde sunuyor size balikleri..
mevlana üzerine çalışılacak!
lacan ve mevlana arasında çok ortak nokta var. hatta ben ciddiyetle lacanın mevlana okuduğundan şüpheleniyorum. hiçbir kanıtım yok fakat aradığımda bulacağıma inanıyorum. herkaramsarlık bir ters-iyimserlik formunda yıkıcı değil midir zaten.
katastrofik bir kadın olduğum yorumunu aldım bugün bir bilirkişiden. sevgilime de helal olsunmuş. eh dedim her kadın gibi ben de hükmedebileceğim bir efendi arzuluyorum. fakat artı-lacancı bir biçimde aynı zamanda efendisi olduğum arzuma hükmedebilecek bir efendiyi de arzuluyorum. sadece biraz daha dolaysız. bu yüzden daha dolaylı.
psikanaliz en çok psikozdan beslenir son tahlilde. işinin çzöümlemek değil yorumlamak olduğunun bir imi daha..
Thursday, July 9, 2009
boş işler müdürüyüm tirinaynay
Ya işe internet! (Unutulmaz Ferhat Güzel tonlaması ile)
Tutarlı bir insanım vesselam
AKREP GÜNEŞ – YAY YÜKSELEN BURÇ
Güneş doğduktan hemen sonra, saat 6 ile 8 arasında meydana gelen bu doğum, kişiliğe derin bir duygusallık, insan sevgisi, kuvvetli sezgiler gibi özelliklerin eklenmesinde önemli role sahiptir. Akrep-Yay için uyku bedensel ve ruhsal sağlığın en önemli gereksinimidir.
Yükselen Burcu Yay olan Akrep in sıradışı kişiliği her girdiği ortamda hemen dikkati çeker. Felsefeye olan merakı, adil davranışları, toplumsal kuralları uygularken rahatlığı sevilen ve sayılan bir insan olmasına nedendir. Akrep-Yay ın meslek alanında çok gelişkin analiz-sentez yeteneğiyle başarılı olması kaçınılmazdır. Ancak rutin işler zaman zaman Yükselen Yay ı boğar ve performansının düşmesine neden olabilir. İlişkilerde zekayı ve çok yönlülüğü ön plana alan bir yapısı vardır. Ancak Akrep-Yay dürüst olmayan, yalancı ve kendini ifade edemeyen insanlardan her zaman uzak kalmayı tercih eder.
Tutarlı bir insanım vesselam
AKREP GÜNEŞ – YAY YÜKSELEN BURÇ
Güneş doğduktan hemen sonra, saat 6 ile 8 arasında meydana gelen bu doğum, kişiliğe derin bir duygusallık, insan sevgisi, kuvvetli sezgiler gibi özelliklerin eklenmesinde önemli role sahiptir. Akrep-Yay için uyku bedensel ve ruhsal sağlığın en önemli gereksinimidir.
Yükselen Burcu Yay olan Akrep in sıradışı kişiliği her girdiği ortamda hemen dikkati çeker. Felsefeye olan merakı, adil davranışları, toplumsal kuralları uygularken rahatlığı sevilen ve sayılan bir insan olmasına nedendir. Akrep-Yay ın meslek alanında çok gelişkin analiz-sentez yeteneğiyle başarılı olması kaçınılmazdır. Ancak rutin işler zaman zaman Yükselen Yay ı boğar ve performansının düşmesine neden olabilir. İlişkilerde zekayı ve çok yönlülüğü ön plana alan bir yapısı vardır. Ancak Akrep-Yay dürüst olmayan, yalancı ve kendini ifade edemeyen insanlardan her zaman uzak kalmayı tercih eder.
Tuesday, July 7, 2009
kimsekim
Ne zaman yaz gelse, ne zaman babam bizi yine sürüklercesine yeni keşfettiği gözdeğmemiş doğa köşelerine götürse, ne zaman yürüsem elimde irice bir sırıkla (ki bu sırık yılanlardan korunmanızı sağlar, otların arasından, volkanik kayaları okşayarak, oluşum zamanlarını anlamaya çalışarak, hoşuma gidenleri çantama atarak geçsem, içime bir titreme yayılır, gözlerim dolar doğanın mucizesi karşısında,, aklıma arkeolog olma hayallerim gelir, nasıl bir güçle, nasıl bit tutkuyla bağlandığım hayalime.. eserlerin kıvrımlarından dönemlerini okuyabilmenin tatmin hayali kuşatır beni.. eskilerden bir eskiye tutunmak, mutluğu geçmişte kaybetmiş olma sükut-u hayali değil sadece bu. o günlerden bu yana ben hiç ama hiçbir şeyi böyle bir tutkuyla istemedim. hala da beni bu denli heyecanlandıran bir şey yok hayatımda. boşluk. biliyorum bir gün bunun için çekip gideceğimi. o güne kadar neysene, kimsekim..
Thursday, July 2, 2009
gidemedim
hımmm.. gidemedim sevgili günlük.. ben yazmadan duramam ki.. elim kadar netbukumda yazmayacağım da nerede yazacağım hem değil mi, klavyesine de alışmaya başladım üstelik. tek sorunu pembe olması. pembeden tiksinmişimdir oldum olası. yapmacık bir elma yanaklılık ifadesi gibi gelir bana pembe. neyse ilk gönderimde de kusmayı başardım. ehömm burcum akrep yükselenim yay. ayrıca terazinin son gününde doğan bir akrep. berbat karmaşım. neyse ki yazmak gibi bir edimi keşfettirdi bana sevgili nesibe hanımcığım. yoksa rehberlikçimin söylediği gibi ne üdüğü belirsiz bir yaratık olurdum, ki belki de düpedüz o yaratığın kendisiyim de yazmakla yontuyorum yaratıklığı. neyse. intihar eğilimi olan insanlara yazmaları öğütlenir. intiharı yazdıkça intihar edemez insan. sürekli bir erteleme eğilimi zamanla iyi erteleme çabasına dönüşür. iyi erteleme çabası da iyi yazmaya dönüşür zamanla.
betimleme konusunda başarısız yazarlar vardır. ben onları sevmem. sevmediğim insana da istediğini vermem, ona yazar demem. betimleyemeyen bir yazar bence yazar değildir. fakat bana muhteşem bir atı tariflemek için atı kıl kököne kadar betimleyen yazarları daha çok sevmem. bunlar okuru küçümser, sadece kendileri için yazarlar. bence onlar kitap değil blog yazarı olmalodorlar. boşuna okurla "ilişkiye" geçmemelidirler. bir yazarın okurun hayal gücüne yer bırakması, okurun hayal gücünden çekinmesi gerekir. betimlemek istediğini okurun yeniden yaratmama izin verecek şekilde ona aktarmalıdır. ancak böyle bir kitabın okunması anlamlıdır.
aynı durum insanlar için de geçerlidir. bir insanın başka birinin hayatında olmasının bir anlamı olmalıdır. bu anlam onun diğerinin hayatına "çökmesi" ile anlamlanması demek değildir. bir insan başka bir dünyayı, başka bir evreni, başka bir hayatı, başka bir değeri düşünmenize olanak tanıyorsa, size, siz olarak var olmanıza olanak tanıyorsa anlamlıdır. sizi tüketen, hayatınızın üzerine (sırtınıza, midenize) kara bulut gibi çöken, beyninizi kemiren bir insanın hayatınızda var olması bir nevi sizin kendinize zarar verme ediminizin tezahürüdür. bu insanların hayatınızda olması bir nevi anoreksik bir tutumdur, karşı-narsisizmdir, mazohizmdir, en nihayetinde sapkınlıktan bir sapma halidir.
ben anoreksikleri de, narsisistleri de, mazohistleri de sevmem. sapkınları severim ama sapkınlıktan sapanları sevmem. postmodernizmi sevmem. pisuvarı erkek tuvaletinin kapısından görmeyi severim, sergidew değil. neyse işte bu sapkınlıkltan sapanlar herbiri hayat okyanusunda hep birilerine tutunaraki ters tutunarak, tutunmadıklarını düşünerek tutunarak yüzmektedirler. asalktırlar. iğrençtirler. bence onları tedavi etmenin yegane bir yöntemi vardır: kıyıdan kilometrelerce uzak bir okyanusa salıverilmeleri ve ölmek pahasına yüzmeyi öğrenmeleri. öğrenemezlerse de mümkünse boğulmaları. bir sürü insanın "onlardan" boğulmasındansa, onların "hayattan" boğulmaları tercih edilmelidir.
hepimizin kimi yanılgıları var. tanınmadan var olamayacağımızı biliyoruz, sezgisel olarak en ilkel düzlemde bile. eyvallah. fakat insanlığın yegane virüsüne teslim oluyoruz: nicelik tutkusu. çok insan çok tanınma demek değildir. ve hatta çok insan az var olmak demektir. her tanı(n)dığımız insanda azalırız oysa. ortak bir zemin bulmak adına kendimizden uzaklaşırız. bitişik aynalarda kendinize baktığınızı düşünün. her aynada başka bir siz varsınız. her aynada başka bir sahtelik. bullshit. hal böyleyken kendimizi nicelik tutkusundan arındırmamız gerekir. çok az demektir ve hatta hiç. hiç arzusuna dur demek ve hepe yontmak gerekir. foucaultcu care-of-the-self. neydi eski yunancası bak unuttum. güzel olurdu hatırlasaydım. neyse. ne dediğimiz de unuttum şimdi hadi kaçtım sevgili günlük. geri döneceğim belliydi değil mi evet evet evet. hiç gitmemiştim ki bile. ama ben ciddi bir blog yazarı olamayacağım kusura bakma kendim. hadi çawçaw
betimleme konusunda başarısız yazarlar vardır. ben onları sevmem. sevmediğim insana da istediğini vermem, ona yazar demem. betimleyemeyen bir yazar bence yazar değildir. fakat bana muhteşem bir atı tariflemek için atı kıl kököne kadar betimleyen yazarları daha çok sevmem. bunlar okuru küçümser, sadece kendileri için yazarlar. bence onlar kitap değil blog yazarı olmalodorlar. boşuna okurla "ilişkiye" geçmemelidirler. bir yazarın okurun hayal gücüne yer bırakması, okurun hayal gücünden çekinmesi gerekir. betimlemek istediğini okurun yeniden yaratmama izin verecek şekilde ona aktarmalıdır. ancak böyle bir kitabın okunması anlamlıdır.
aynı durum insanlar için de geçerlidir. bir insanın başka birinin hayatında olmasının bir anlamı olmalıdır. bu anlam onun diğerinin hayatına "çökmesi" ile anlamlanması demek değildir. bir insan başka bir dünyayı, başka bir evreni, başka bir hayatı, başka bir değeri düşünmenize olanak tanıyorsa, size, siz olarak var olmanıza olanak tanıyorsa anlamlıdır. sizi tüketen, hayatınızın üzerine (sırtınıza, midenize) kara bulut gibi çöken, beyninizi kemiren bir insanın hayatınızda var olması bir nevi sizin kendinize zarar verme ediminizin tezahürüdür. bu insanların hayatınızda olması bir nevi anoreksik bir tutumdur, karşı-narsisizmdir, mazohizmdir, en nihayetinde sapkınlıktan bir sapma halidir.
ben anoreksikleri de, narsisistleri de, mazohistleri de sevmem. sapkınları severim ama sapkınlıktan sapanları sevmem. postmodernizmi sevmem. pisuvarı erkek tuvaletinin kapısından görmeyi severim, sergidew değil. neyse işte bu sapkınlıkltan sapanlar herbiri hayat okyanusunda hep birilerine tutunaraki ters tutunarak, tutunmadıklarını düşünerek tutunarak yüzmektedirler. asalktırlar. iğrençtirler. bence onları tedavi etmenin yegane bir yöntemi vardır: kıyıdan kilometrelerce uzak bir okyanusa salıverilmeleri ve ölmek pahasına yüzmeyi öğrenmeleri. öğrenemezlerse de mümkünse boğulmaları. bir sürü insanın "onlardan" boğulmasındansa, onların "hayattan" boğulmaları tercih edilmelidir.
hepimizin kimi yanılgıları var. tanınmadan var olamayacağımızı biliyoruz, sezgisel olarak en ilkel düzlemde bile. eyvallah. fakat insanlığın yegane virüsüne teslim oluyoruz: nicelik tutkusu. çok insan çok tanınma demek değildir. ve hatta çok insan az var olmak demektir. her tanı(n)dığımız insanda azalırız oysa. ortak bir zemin bulmak adına kendimizden uzaklaşırız. bitişik aynalarda kendinize baktığınızı düşünün. her aynada başka bir siz varsınız. her aynada başka bir sahtelik. bullshit. hal böyleyken kendimizi nicelik tutkusundan arındırmamız gerekir. çok az demektir ve hatta hiç. hiç arzusuna dur demek ve hepe yontmak gerekir. foucaultcu care-of-the-self. neydi eski yunancası bak unuttum. güzel olurdu hatırlasaydım. neyse. ne dediğimiz de unuttum şimdi hadi kaçtım sevgili günlük. geri döneceğim belliydi değil mi evet evet evet. hiç gitmemiştim ki bile. ama ben ciddi bir blog yazarı olamayacağım kusura bakma kendim. hadi çawçaw
Saturday, June 27, 2009
şimdi gitme zamanıdır
sevgili günlük,
bir ölme vaktinin daha başına geldik. bu yıl güzel bitti. ya da şöyle söyliyim ben bu yılı genç ve yakışıklı kalsın için öldürüyorum. bu yılı hep hatırlayacağım hayatımda emeğin, erdemin, sevginin, "böyle" oluşun karşılığını aldığım yegane senelerden biriydi ve bu hissi kaybetmemek adına bitiriyorum içsel yılımı tam da burada, bu anda. yüzümde kocaman bir gülümseme, yorgun ama dingin ruhumla!
bir ölme vaktinin daha başına geldik. bu yıl güzel bitti. ya da şöyle söyliyim ben bu yılı genç ve yakışıklı kalsın için öldürüyorum. bu yılı hep hatırlayacağım hayatımda emeğin, erdemin, sevginin, "böyle" oluşun karşılığını aldığım yegane senelerden biriydi ve bu hissi kaybetmemek adına bitiriyorum içsel yılımı tam da burada, bu anda. yüzümde kocaman bir gülümseme, yorgun ama dingin ruhumla!
Wednesday, June 3, 2009
Saturday, May 30, 2009
Yaşam (vida)/ Jose Hierro

Her şeyden sonra, her şey hiçbir şeye dönüştü
bir zamanlar her şeydi gerçi
hiçbir şeyden sonra, ya da her şeyden sonra
biliyordum her şey değildi hiçbir şeyden başkası
bir zamanlar her şeydi gerçi
hiçbir şeyden sonra, ya da her şeyden sonra
biliyordum her şey değildi hiçbir şeyden başkası
haykırdım "her şey" diye, karşılık verdi yankı: "hiçbir şey"
haykırdım "hiçbir şey" diye, karşılık verdi yankı: "her şey"
artık biliyordum, hiçbir şey her şeydi
ve külleriydi her şey hiçbir şeyin
hiçbir şey olmayanadan kalmaz hiçbir şey
(her şey sandığım yanılsamaydı ve hiçbir şeydi kesinlikle)
hiç, bırak hiç kalsın ne zararı var
yine de hiç kalacaksa, her şeyden sonra bile
hiçbir şeye yaramayan onca her şeyden sonra
...
Jose Hierro
(2002 tarihli günlüğümden..)
(2002 tarihli günlüğümden..)
küçük prens'ten, bölüm 26
26. Bölüm | ||
Kuyunun yanında eski, taş bir duvar yıkıntısı vardı. Ertesi akşam oraya geri döndüğümde, uzaktan, küçük prensimin bu duvarın üzerinde oturduğunu gördüm. Ayaklarını aşağı sarkıtmıştı. Şöyle diyordu: “Unuttun mu? Burası değildi.” Biriyle konuştuğu belliydi. “Evet, evet. Tam bu gün. Ama burası doğru yer değil.” Ona doğru yürümeyi sürdürdüm, ama halen konuştuğu kişiyi ne görebiliyor, ne de duyabiliyordum. Küçük prens bir kez daha cevap verdi: “Evet, tabii. Ayak izlerimin nerede başladığını görürsün. Beni orada bekle. Bu gece orada olacağım.” Şimdi duvardan sadece yirmi metre uzaktaydım, ama hala hiçbir şey göremiyordum. Küçük prens yine konuştu: “Zehirin iyi bir zehir midir? Bana çok uzun süre acı çektirmeyeceğinden emin misin?” Durdum. Yüreğim sızlıyordu. Ama hala ne olduğunu anlamamıştım. “Şimdi git” dedi, “aşağı ineceğim.” Bunun üzerine bakışlarımı aşağı, duvarın dibine çevirdim ve orada gördüğüm şey havaya sıçramama neden oldu. İnsanı birkaç saniye içinde öldürebilecek sarı bir yılan, başını küçük prense doğru kaldırmış, öylece duruyordu orada. Silahımı almak için elimi cebime götürdüm ve koşmaya başladım. Ama çıkardığım sesi duymuş olacak ki, başını indirip kumların üzerinde kaymaya başladı yılan. Ve pek de acele etmeden, taşların arasında gözden kayboldu. Küçük prensimi tutmak için tan zamanında yetiştim. Onu kollarıma aldığımda yüzünün bembeyaz olduğunu gördüm. “Bu ne demek oluyor?” diye sordum. “Neden yılanlarla konuşuyorsun?” Boynundaki altın renkli fuları çözdüm. Alnını hafifçe ıslattım ve içmesi için ona biraz su verdim. Artık soru sormaya cesaret edemiyordum. Bana ciddi bir ifadeyle baktı ve kollarını boynuma doladı. Kalp atışlarını duyabiliyordum. Sanki tüfekle vurulmuş bir kuşun gittikçe yavaşlayan kalp atışları gibiydi. Bana: “Motorundaki arızayı bulmana sevindim. Artık evine gidebilirsin” dedi. “Bunu nereden biliyorsun?” Aslında bu haberi vermeye geliyordum. Çok umutsuz olmama rağmen, motoru tamir etmeyi başarmıştım. Sorumu yanıtlamadı. Sadece “Bugün evime dönüyorum” diye fısıldadı. Sonra üzüntüyle ekledi: “Evim çok uzakta... Oraya gitmek çok zor olacak...” Beklenmedik bir şey olacağını hissedebiliyordum. Onu bir çocuk gibi kollarımda sımsıkı tutuyordum. Ama o sanki ellerimden bir uçuruma doğru kayıyordu ve ben bunu engelleyemiyordum... Bakışları ciddiydi ve uzaklarda kaybolup gidiyordu. “Bana verdiğin koyun yanımda. Kutusu da yanımda. Ve ağızlığı da...” dedi. Buruk bir gülümseme yayıldı yüzüne. Uzun bir süre öylece bekledim. Vücut ısısının giderek arttığını hissediyordum. “Küçük dostum benim, sen korkmuşsun...” Elbette korkmuştu! Ama yavaşça güldü. “Bu gece çok daha fazla korkacağım” dedi. Bir kez daha, içimde onarılmaz bir acı duydum. Bu gülüşü bir kez daha duyamayacağımı düşünmek bile istemiyordum. Buna dayanamazdım. Gülüşü, çölün ortasında bir su kaynağı gibiydi benim için. “Küçük prens, gülüşünü tekrar duymak istiyorum” dedim. Ama o bana : “Bu gece, Dünyaya ineli tam bir yıl oluyor. Gezegenim, geçen yıl Dünyaya indiğim yerin tam üstünde olacak bu gece.” dedi. “Küçük prens, lütfen bunun sadece kötü bir rüya olduğunu söyle bana” dedim, “şu yılan hikayesinin be gezegenine geri döneceğinin...” Ama sorumu yanıtlamadı küçük prens. Onun yerine bana: “En önemli şeyi gözler göremez” dedi. “Evet, biliyorum...” “Su için de aynı şey geçerli. Makaranın çıkardığı sesi hatırlıyor musun? İşte tam da bu makara ve ip yüzünden, bana verdiğin bir yudum su müzik sesi gibi güzeldi. Çok tatlıydı...” “Evet, biliyorum...” “Geceleri yıldızları izlersin. Benim yaşadığım yarde her şey jo kadar küçük ki, sana gezegenimi gösterebilmem imkansız. Ama böylesi daha iyi. Çünkü içlerinden birinde benim yaşadığımı bileceksin. Hepsini seveceksin. Hepsi senin dostun olacak. Ve sana bir hediyem var...” Bir kez daha güldü. “Ah, küçük prens! Benim sevgili küçük prensim. Gülüşünü duymak çok güzel!” “Aslında benim hediyemdi bu... tıpkı su için olduğu gibi.” “Anlamıyorum... “Yıldızlar, başka başka insanlara farklı şeyler ifade ederler. Bazıları için sadece gökyüzünde titreyen ışıklardır. Yolcular içinse, bir rehberdirler. Bilim adamları için fikir kaynağıdırlar. Şu benim iş adamı içinse zenginlik. Ama herkes için sessizdirler. Sen hariç...” “Ne demek bu?” “Geceleri gökyüzüne baktığında, yıldızlardan birinde benim yaşadığımı ve orada gülüyor olduğumu bileceksin. Bu yüzden sana sanki bütün yıldızlar gülüyormuş gibi gelecek. Bütün dünyada yalnızca senin gülen yıldızların olacak.“ Ve bunu söyledikten sonra yine güldü. “Ve üzüntün geçtiğinde – çünkü zaman bütün acıları iyileştirir- beni tanıdığına memnun olacaksın. Daima benim dostum olarak kalacaksın. Benimle birlikte gülmek isteyeceksin. Be zaman zaman, sadece bunun için gidip pencereyi açacaksın... Gökyüzüne bakarken güldüğünü gören arkadaşların buna çok şaşıracaklar. Sen de onlara: “Ah, evet, yıldızlar beni hap güldürürler” diyeceksin. Onlar da senin deli olduğunu düşünecekler. Görüyorsun, sana ne kadar kötü bir oyun oynadım...” Ve bir kez daha güldü. “Aslında ben sana bir sürü yıldız değil de, kahkaha atabilen bir sürü zil vermiş gibi oldum.” Yine güldü. Sonra ciddileşti. “Bu gece... biliyorsun... gelme...” “Seni bırakmayacağım.” “Dışarıdan acı çekiyormuşum gibi görünecek. Ölüyormuş gibi görüneceğim. Bunu görmeye gelme. Hiçbir işe yaramaz bu...” “Seni bırakmayacağım” dedim Endişelenmişti. “Sana böyle söylememin nedeni, biraz da yılan yüzünden. Sana zarar vermemeli... Yılanlar hain yaratıklardır. Zevk için insanı sokabilirler.” “Seni bırakmayacağım” dedim. Sonra birden rahatladı. “Yılanlar sadece bir kez zehirleyebilirler, öyle değil mi?” dedi. O gece yola çıktığını görmedim. Sessizce ayrılmıştı. Arkasından koşup ona yetiştiğimde, hızlı ve kararlı adımlarla yürüdüğünü gördüm. Bana: “Ah! Buradasın...” dedi. Ama sesi hala telaşlıydı. “Gelmemeliydin. Üzüleceksin. Öldüğümü sanacaksın, ama gerçekte ölmüş olmayacağım.” Sustum. “Anlaman gerekiyor. Orası çok uzak. Bedenimi oraya götüremem. Bunun için fazla ağır.” Hiçbir şey demedim... “Boşalmış bir deniz kabuğu gibi kalacağım...Bunda üzülecek bir şey yok...” Cevap vermedim... Bir parça cesareti kırılmıştı. Son bir gayretle: “Biliyorsun, çok güzel olacak. Yıldızlara ben de bakacağım. Bütün yıldızlar paslanmış makaraları olan birer kuyu olacak benim için. Hepsi bana içecek su verecekler” dedi. Hiçbir şey demedim. “Çok eğlenceli olacak. Senin beş yüz milyon tane küçücük zilin olacak; benimse beş yüz milyon su kaynağım...” Ve artık o da hiçbir şey söyleyemedi, çünkü gözleri yaşlarla doldu. “İşte burası. Bırak yalnız devam edeyim.” Oturdu, çünkü korkuyordu. Sonra: “Biliyorsun... Bir çiçeğim var... Ona karşı sorumluyum. O öyle narin, öyle masum ki... Kendini koruyabilmesi için sadece dört küçük dikeni var...” Ben de oturdum. Daha fazla ayakta duramamıştım. “İşte...” dedi, “Hepsi bu...” Biraz tereddütten sonra ayağa kalktı. Ben hareket edemedim. Ayak bileğinin çevresinde sarı bir ışık vardı, başka hiçbir şey yoktu. Bir an hareketsiz durdu. Hiç bağırmadı. Bir ağaç gibi, yavaşça düştü yere. Yer kum olduğu için, düşerken en ufak bir ses bile çıkmamıştı. |
Tuesday, May 26, 2009
söz hakkı
durmadan koşuyordu. durmadan ama. durmaksızın ve durmadan. arada bir nefesi kesiliyor, biraz soluklanmak için duruyor, o sırada gelen var mı diye kartal mavisi gözlerini arkasında gezdiriyor, yoldan geçen köpeklerin, kedilerin dahi gözlerinde ar-niyet arıyor ve yine koşmaya devam ediyordu. bitimsiz bir sabahın nihayetine kadar koşacaktı. dumaksızın koşmak demekse de bu, razıydı buna. doğrusu bu ya, koşmaktan haz alırdı. ardında biri var ya da yok ama o çokça var sanırdı, hem de çokçası.
sürekli ardında birşeyler bıraktığını düşünüyor. rüyasında sürekli yetişemeyeceği kadar uzakta durmaksızın intihar eden bir çocuğu görüyor, ve sırf birilerine hallerini hatırlarını sormak için onu kurtarmaya gitmiyor. her seferinde böyle bu. bir keresinde deniz kıyısında bir seferinde bir platonun uçurumunda bir keresinde bir eski otomobillerden oluşan dağda bir seferinde karlı bir gece vaktinde donmuş denizin üzerinden bir balıkçı deliğine, bir seferinde bir deniz fenerinin üzerine.. her seferinde atlıyor çocuk. ve her seferinde de bir bakış atıp öyle atlıyor. ölümümün sorumlusu sensin!
ilk rüyasında yalnızdı. atlayanın ise yanında bir sürü birileri vardı. bir tepedeydi bizimki. bir adalar kümesinde beriki. sonra ne olduysa bir bakış attı ona doğru, ki fark edilmesi imkansızdı, ve atladı. ter içinde kalıyor hala, bugün bile. aradan yıllar geçti.
ikinci rüyasında bir uçurumun iki yakasındaydılar. bizimkinin evinin çevresinde çevre çevre çitler. bacası tütüyor, yemeğe bekliyorlar hatta onu. geliyorum diye seslendikten sonra eve, uçuruma doğru koşuyor. arada köprü yok, hiç de düşünülmemiş köprü yapmak. gidiyor, tam karşıyı göreceği anda yine aynı çocuğun siluetini görüyor. hava alacakaranlık. gece basmak üzere. hey diye seslenecek oluyor, içinden. o esnada ruhunun en içine dikilen bir çift gözle karşılaşıyor. karanlıktan da karanlık bir çift göz. boğazına takılıyor ses. hatta daha da derine: iki göğsünün arasına. o sırada kulübesinden bir ses geliyor yine, geriye dönüp eve bakıyor ve o birkaç saniye içinde atlayan çocuğun havada kalan saçlarını görüyor. gidip bakmak aklına gelmiyor, yalnızca yayılan ölüm korkusuyla irkiliyor ve eve geri kaçıyor.
bencilliğine dair en ufak bir pişmanlık belirtisi dahi yok!
üçüncü rüyasında kendini bir garfield olarak görüyor. çöp sanılan şehrin belediye sarayında yaşamakta. arkadaşlarıyla takılıyor bir süre, gözü açık hava sarayının en ucuna, en ucundaki otomobil dağına takılıyor. orada bir köpek. bej renginde. yere doğru bakıyor. yanına koşuyor bizimki ama hantal. koşamıyor. yanından geçiyor bir çiftin. kötü hissettiklerini söylüyorlar ehuehue diye konuşmaya başlıyor bizimki. ama gözü hep ondan başka hiçkimsenin görmediği dağda, dağın üzerinde atlamak üzere aşağya bakanda. ehue sonrasında koşmaya niyetlense de dağın tarafına doğru değil, ehue yaptıklarıyla, farklı ama paralel bir yola koyuluyor. gözü hep onda. biliyor, tanıyor ki bu sefer, ona bakmadan atlamayacak. dakik davranarak bakışını yakalamayacağının planlarını kuruyor. fakat yeni biriyle konuşmaya başlıyor bu sefer. o sırada dağılıyor dikkati yine, gözlerindeki zifiri karanlıktan birlikte aşağı düşüyorlar.
uyandığında hissetmiyor yaşamı. karanlık dipsiz bir kuyuda dibe vuracağı anın beklentisi ve gittikçe artan düşüş hızının getireceği vahşet ölümünün neden arayışında..
suçluluk hissediyor.
dördüncü rüyasında eternal sunshine of a spotless mind'ı izlemişti öncesinde. saçma gelmişti. hayatında silmek istediği an oldu mu diye düşünmüş, anılarına da eski sevgililerine de, sevgilerine de hala tutkuyla bağlı olduğunu fark etmişti. saçma bir filmdi, böyle hissetmişti. rüyasında ise buzdan bir gölün üzerinde kayıyordu. küçücüktü. annesinin saçına iki yandan kuyruk yapıp beyaz ponpon taktığı sarı lüle lüle saçlı zamanları. kırmızı eteği, kırmızılı beyazlı kazağı. bu takımı papatya tarlalarında koştuğunu anımsadığı bir gün giydirmişti annesi. ayağında kırmızı rugan ayakkabılarla koşuyordu buz pistinde. bir papatyaları bir buzu bir çimleri bir buzun altındaki balıkları görüyordu. oldu olası hareket eden canlıları izlemeyi severdi, durdu balıkları izlemeye koyuldu. kocaman somonlar. buzun üzerindeki karı temizledi biraz, daha iyi görmek için. ve o anda mavi, şişmiş bir suratla karşılaştı. göz çukurlarında sadece derin bir karanlık. geri çekildi aniden. karanlık basmak üzereydi. o anda karşısında beline kadar suya batmış o siluetle karşılaştı. henüz suya dalmamış belden aşağısı buzun üzerinde, bizimkinin karşısında tepetaklak, yarım, kocaman somonların arasında belden yukarısı, birbirine girmiş suratı, şişmiş, mor, yarım.
terler içinde uyandı. üzerinde düşünmedi.
beşinci rüyasında yeni kurulan bir şehirde. bir liman kenti. fethiye'ymiş önceden. fakat artık ne deniz, ne ağaç, ne de kum kumsal var. beton döküyorlar. felaket bir iş makinesi gürültüsü. denizin içine beton döküyorlar. siyah camları olan bir odadaymış bizimki.dışarısı bembeyaz görünüyor. içinde sıkıntı. karanlık basıyor yine. ileride deniz feneri var. ufukta. ışığının ritmine hayran. bir sarkaç gibi olmasına, bitimsizliğine hayran. o karanlık odadan sürekli deniz fenerini izliyor akşamları. iş makinlerine durmalarını söylemiyor. bir an önce bitirsinler. kum, ağaç, yeşil görmek istemiyor. beyaz olmalı her yer. deniz bile! derken ışığın üzerinde karanlık silueti görüyor yine. gökyüzü lacivert, siluet siyah. hiç telaşlanmadan odadan çıkıyor yine kollarını birbirine kenetlemiş gidiyor siluete doğru. o sırada yine birileriyel karşılaşıp dinlemeye başlıyor. emin. siluet de kendisi de. yine atlayacak. bu onun kaderi. o atyacak bizimki izleyecek. bakıyor yine, göz-göz-e geliyorlar, karanlık yine aynıkaranlık. yüzlerinde bıkkınlık. atlayacak, izleyecek. gelmek istese de gelemeyecek. gelsin istese de beklemeyecek. ellerini kavuşturmuş bakıyor dik dik. atlamıyor. bakıyor hala. atlamalıydı. atlamıyor. derken gidiyor yanındakiler. çaresi yok gidecek yanına. yürümeye başlıyor. yürüdükçe uzaklaşıyor yol. yüksekten aşağı inmeli sonra tekrar çıkmalı. kuyular, tarlalar, bitkiler, yeni ekilmiş marullar var. hepsini o yaptı. bütün şehri deniz fenerine ulaşmamak üzerine kurdu. dolambaçlı yollardan geçiyor. tarlaya gidiyor, çalışanlara hallerini soruyor iyi deyip işlerine dönüyorlar. bakıyor. çift bakış hala orada. bekliyor. dönüyor, duruyor, duruyor, dönüyor. yaklaşıyor sonunda ki siluet netleşir gibi oluyor. o esnada iki göğsünün arasına tıkılan bütün sesler hep birlikte çıkıyorlar bedeninden. sağır edici bir çığlık. bir böğürtü. bir nara. bir geğirti. bir müzik. bir düş. hepsi ve hiçbiri. her seferinde diğeri.
kolunu kaldırıp eliyle bir işaret yaparken buluyor kendini o anda ve sahne birdenbire değişiyor: annesinin çok sevdiği bir cam biblo. el yapımı. masanın üzerinde. kulaklarında karşıya yapılan ev için kopan iş makinaları kıyameti, üzerinde kırmızı etek, kırmızı beyaz kazak, beyaz ponponlar, masanın üzerinde iki adet somon balığı, babasının annesine yeni aldığı arabanın anahtarları. annesi mutfakta söyleniyor. yemeğe geç kalmış o akşam. saati varmış yemeğin. kızgın. ona söz hakkı tanınmaması en katlanamadığı şeydir hayatında, o zaman bile. elinin hareketi annesinin en sevdiği vazoyu yere deviriyor o anda. vazonun düşerken sadece dibini ve yere düştüğünde ayağına çarpan parçasını görüyor, o kadar.
pişmanlık yok. suçluluk var.
sürekli ardında birşeyler bıraktığını düşünüyor. rüyasında sürekli yetişemeyeceği kadar uzakta durmaksızın intihar eden bir çocuğu görüyor, ve sırf birilerine hallerini hatırlarını sormak için onu kurtarmaya gitmiyor. her seferinde böyle bu. bir keresinde deniz kıyısında bir seferinde bir platonun uçurumunda bir keresinde bir eski otomobillerden oluşan dağda bir seferinde karlı bir gece vaktinde donmuş denizin üzerinden bir balıkçı deliğine, bir seferinde bir deniz fenerinin üzerine.. her seferinde atlıyor çocuk. ve her seferinde de bir bakış atıp öyle atlıyor. ölümümün sorumlusu sensin!
ilk rüyasında yalnızdı. atlayanın ise yanında bir sürü birileri vardı. bir tepedeydi bizimki. bir adalar kümesinde beriki. sonra ne olduysa bir bakış attı ona doğru, ki fark edilmesi imkansızdı, ve atladı. ter içinde kalıyor hala, bugün bile. aradan yıllar geçti.
ikinci rüyasında bir uçurumun iki yakasındaydılar. bizimkinin evinin çevresinde çevre çevre çitler. bacası tütüyor, yemeğe bekliyorlar hatta onu. geliyorum diye seslendikten sonra eve, uçuruma doğru koşuyor. arada köprü yok, hiç de düşünülmemiş köprü yapmak. gidiyor, tam karşıyı göreceği anda yine aynı çocuğun siluetini görüyor. hava alacakaranlık. gece basmak üzere. hey diye seslenecek oluyor, içinden. o esnada ruhunun en içine dikilen bir çift gözle karşılaşıyor. karanlıktan da karanlık bir çift göz. boğazına takılıyor ses. hatta daha da derine: iki göğsünün arasına. o sırada kulübesinden bir ses geliyor yine, geriye dönüp eve bakıyor ve o birkaç saniye içinde atlayan çocuğun havada kalan saçlarını görüyor. gidip bakmak aklına gelmiyor, yalnızca yayılan ölüm korkusuyla irkiliyor ve eve geri kaçıyor.
bencilliğine dair en ufak bir pişmanlık belirtisi dahi yok!
üçüncü rüyasında kendini bir garfield olarak görüyor. çöp sanılan şehrin belediye sarayında yaşamakta. arkadaşlarıyla takılıyor bir süre, gözü açık hava sarayının en ucuna, en ucundaki otomobil dağına takılıyor. orada bir köpek. bej renginde. yere doğru bakıyor. yanına koşuyor bizimki ama hantal. koşamıyor. yanından geçiyor bir çiftin. kötü hissettiklerini söylüyorlar ehuehue diye konuşmaya başlıyor bizimki. ama gözü hep ondan başka hiçkimsenin görmediği dağda, dağın üzerinde atlamak üzere aşağya bakanda. ehue sonrasında koşmaya niyetlense de dağın tarafına doğru değil, ehue yaptıklarıyla, farklı ama paralel bir yola koyuluyor. gözü hep onda. biliyor, tanıyor ki bu sefer, ona bakmadan atlamayacak. dakik davranarak bakışını yakalamayacağının planlarını kuruyor. fakat yeni biriyle konuşmaya başlıyor bu sefer. o sırada dağılıyor dikkati yine, gözlerindeki zifiri karanlıktan birlikte aşağı düşüyorlar.
uyandığında hissetmiyor yaşamı. karanlık dipsiz bir kuyuda dibe vuracağı anın beklentisi ve gittikçe artan düşüş hızının getireceği vahşet ölümünün neden arayışında..
suçluluk hissediyor.
dördüncü rüyasında eternal sunshine of a spotless mind'ı izlemişti öncesinde. saçma gelmişti. hayatında silmek istediği an oldu mu diye düşünmüş, anılarına da eski sevgililerine de, sevgilerine de hala tutkuyla bağlı olduğunu fark etmişti. saçma bir filmdi, böyle hissetmişti. rüyasında ise buzdan bir gölün üzerinde kayıyordu. küçücüktü. annesinin saçına iki yandan kuyruk yapıp beyaz ponpon taktığı sarı lüle lüle saçlı zamanları. kırmızı eteği, kırmızılı beyazlı kazağı. bu takımı papatya tarlalarında koştuğunu anımsadığı bir gün giydirmişti annesi. ayağında kırmızı rugan ayakkabılarla koşuyordu buz pistinde. bir papatyaları bir buzu bir çimleri bir buzun altındaki balıkları görüyordu. oldu olası hareket eden canlıları izlemeyi severdi, durdu balıkları izlemeye koyuldu. kocaman somonlar. buzun üzerindeki karı temizledi biraz, daha iyi görmek için. ve o anda mavi, şişmiş bir suratla karşılaştı. göz çukurlarında sadece derin bir karanlık. geri çekildi aniden. karanlık basmak üzereydi. o anda karşısında beline kadar suya batmış o siluetle karşılaştı. henüz suya dalmamış belden aşağısı buzun üzerinde, bizimkinin karşısında tepetaklak, yarım, kocaman somonların arasında belden yukarısı, birbirine girmiş suratı, şişmiş, mor, yarım.
terler içinde uyandı. üzerinde düşünmedi.
beşinci rüyasında yeni kurulan bir şehirde. bir liman kenti. fethiye'ymiş önceden. fakat artık ne deniz, ne ağaç, ne de kum kumsal var. beton döküyorlar. felaket bir iş makinesi gürültüsü. denizin içine beton döküyorlar. siyah camları olan bir odadaymış bizimki.dışarısı bembeyaz görünüyor. içinde sıkıntı. karanlık basıyor yine. ileride deniz feneri var. ufukta. ışığının ritmine hayran. bir sarkaç gibi olmasına, bitimsizliğine hayran. o karanlık odadan sürekli deniz fenerini izliyor akşamları. iş makinlerine durmalarını söylemiyor. bir an önce bitirsinler. kum, ağaç, yeşil görmek istemiyor. beyaz olmalı her yer. deniz bile! derken ışığın üzerinde karanlık silueti görüyor yine. gökyüzü lacivert, siluet siyah. hiç telaşlanmadan odadan çıkıyor yine kollarını birbirine kenetlemiş gidiyor siluete doğru. o sırada yine birileriyel karşılaşıp dinlemeye başlıyor. emin. siluet de kendisi de. yine atlayacak. bu onun kaderi. o atyacak bizimki izleyecek. bakıyor yine, göz-göz-e geliyorlar, karanlık yine aynıkaranlık. yüzlerinde bıkkınlık. atlayacak, izleyecek. gelmek istese de gelemeyecek. gelsin istese de beklemeyecek. ellerini kavuşturmuş bakıyor dik dik. atlamıyor. bakıyor hala. atlamalıydı. atlamıyor. derken gidiyor yanındakiler. çaresi yok gidecek yanına. yürümeye başlıyor. yürüdükçe uzaklaşıyor yol. yüksekten aşağı inmeli sonra tekrar çıkmalı. kuyular, tarlalar, bitkiler, yeni ekilmiş marullar var. hepsini o yaptı. bütün şehri deniz fenerine ulaşmamak üzerine kurdu. dolambaçlı yollardan geçiyor. tarlaya gidiyor, çalışanlara hallerini soruyor iyi deyip işlerine dönüyorlar. bakıyor. çift bakış hala orada. bekliyor. dönüyor, duruyor, duruyor, dönüyor. yaklaşıyor sonunda ki siluet netleşir gibi oluyor. o esnada iki göğsünün arasına tıkılan bütün sesler hep birlikte çıkıyorlar bedeninden. sağır edici bir çığlık. bir böğürtü. bir nara. bir geğirti. bir müzik. bir düş. hepsi ve hiçbiri. her seferinde diğeri.
kolunu kaldırıp eliyle bir işaret yaparken buluyor kendini o anda ve sahne birdenbire değişiyor: annesinin çok sevdiği bir cam biblo. el yapımı. masanın üzerinde. kulaklarında karşıya yapılan ev için kopan iş makinaları kıyameti, üzerinde kırmızı etek, kırmızı beyaz kazak, beyaz ponponlar, masanın üzerinde iki adet somon balığı, babasının annesine yeni aldığı arabanın anahtarları. annesi mutfakta söyleniyor. yemeğe geç kalmış o akşam. saati varmış yemeğin. kızgın. ona söz hakkı tanınmaması en katlanamadığı şeydir hayatında, o zaman bile. elinin hareketi annesinin en sevdiği vazoyu yere deviriyor o anda. vazonun düşerken sadece dibini ve yere düştüğünde ayağına çarpan parçasını görüyor, o kadar.
pişmanlık yok. suçluluk var.
Subscribe to:
Posts (Atom)